Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/nursinne/public_html/wp-config.php:1) in /home/nursinne/public_html/wp-content/plugins/wordpress-mobile-pack/inc/class-wmp-cookie.php on line 50
Müslüman Kardeşine Muhabbet | Nurşin

share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Müslüman Kardeşine Muhabbet

0 yorum

Kulun gönlünde Allâh muhabbeti arttıkça, bu muhabbet, önce Nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da gittikçe genişleyerek Allâh katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcâb ettirir. İşte Allâh’a yönelişte böyle bir muhabbet dâiresi, ruhlara bir şifâ ve rahmet menbaıdır. Buna göre mü’minler, birbirleriyle münâsebetlerinde aslâ bu merhamet ve muhabbet dâiresinden çıkmamalıdırlar. Zîrâ Allâh’ı sevme ve O’na yakınlık peydâ edebilmenin yolu ve netîcesi, budur.

Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin kardeş olduğunu beyân buyurur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de din kardeşleri arasında sağlam bir muhabbet bağı tesis edilmeden kâmil bir îmâna ulaşılamayacağını bildirir. Bu muhabbetin sağlanabilmesi için de, ümmetine aralarında selâmı yaymalarını tavsiye eder.

Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri, Allâh’ın râzı olduğu güzel bir haslettir. İki cihan saâdeti de bu muhabbete bağlıdır. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet günü Allâh Teâlâ şöyle buyurur: Celâlim hakkı için, bana itaat maksadıyla birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün, onları gölgemde gölgelendireceğim, onları muhâfaza edeceğim.” (Müslim, Birr, 37)

“Allâh Teâlâ: «Ben’im rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için, peygamberlerin ve şehîdlerin bile gıpta edeceği nurdan minberler vardır.» buyurdu.” (Tirmizî, Zühd, 53/2390)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de, Allâh Teâlâ’nın, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, birbirlerini Allâh için seven, buluşmaları da ayrılmaları da Allâh için olan din kardeşlerini, Arş’ının gölgesinde gölgelendireceği haber verilmektedir. Tabiî ki bu, zor ve meşakkatli zamanların kardeşliğidir.

Mü’min kardeşlerin birbirlerine küsmeleri ise hiçbir zaman tasvîb edilmeyen kötü bir davranıştır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.”

(Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912)

“Kim, din kardeşini bir yıl terk edip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günâha girer.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4915)

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın beyânına göre Pazartesi ve Perşembe günü kulların yaptığı işler Allâh Teâlâ’ya arz edilir. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi hâricinde, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları affedilir. Meleklere; “Şu iki kişinin af işlemini birbiriyle barışıncaya kadar erteleyin!” diye sıkı sıkıya tembih edilir. (Müslim, Birr, 35-36; Ebû Dâvûd, Edeb, 47)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Muâz -radıyallâhu anh-’ın elini tutarak:

“–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum.” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh- da:

“–Anam babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Ben de Sen’i çok seviyorum!” dedi. Daha sonra Peygamber Efendimiz, ona şöyle buyurdu:

“–Ey Muâz! Sana her namazın sonunda; «Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk yapabilmek husûsunda bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ahmed, V, 244-245; Ebû Dâvûd, Vitir, 26; Nesâî, Sehv, 60; Tirmizî, Zühd, 30)

Ne güzel bir muhabbet tezâhürü!.. Allâh Rasûlü, bir din kardeşi olarak Hazret-i Muâz’ı seviyor ve bu muhabbetinin bir alâmeti olarak da mü’min kardeşinin istifâde edeceği bir tavsiyede bulunuyor.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehîd de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allâh katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehîdler imrenerek bakacaklardır.”

Ashâb-ı kirâm:

“–Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim yâ Rasûlallâh!” dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bunlar öyle bir kavimdir ki, aralarında ne akrabâlık ne de ticâret ve iş münâsebeti olmaksızın, sırf Allâh rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi yüzleri bir nûrdur ve kendileri de nûrdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve peşinden şu âyeti okudu:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile (de) korunur dururlar. Onlara dünyâ hayâtında da, âhiret hayâtında da müjdeler vardır. Allâh’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur.”

(Yûnus, 62-64) (Ebû Dâvûd, Büyû, 76/3527; Hâkim, IV, 170)

Ebû İdris el-Havlânî -rahimehullâh- şöyle anlatır:

Dımaşk mescidine girmiştim. Orada mütebessim çehreli bir delikanlı ve başına toplanmış bir grup insan gördüm. Bunlar herhangi bir mevzûda ihtilâfa düştüklerinde hemen o delikanlıya mürâcaat ediyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum. “Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’tır.” dediler.

Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim, sonra önüne geçerek selâm verdim ve:

“–Allâh’a yemin ederim ki ben seni seviyorum!” dedim.

“–Allâh için mi seviyorsun?” dedi.

“–Evet Allâh için.” dedim. O iki defâ daha:

“–(Hakîkaten) Allâh için mi seviyorsun?” dedi. Ben de her defâsında:

“–Evet, (hakîkaten) Allâh için seviyorum.” cevâbını verdim. Bunun üzerine elbisemden tutarak beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi:

“–Seni tebrîk ederim. Zîrâ ben Allâh Rasûlü’nü şöyle buyururken işittim:

«Allâh Teâlâ, “Sırf Ben’im için birbirini seven, Ben’im rızâm için toplanan, Ben’im rızâm uğrunda birbirini ziyâret eden ve sâdece Ben’im rızâm için sadaka verip iyilik edenler, Ben’im sevgimi hak ederler.” buyurmuştur.»” (Muvatta, Şa’r, 16)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, din kardeşini Allâh için sevmenin kişiyi Allâh’ın muhabbetine nâil edeceğini beyan sadedinde şu hâdiseyi nakletmiştir:

“Bir kimse başka bir köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allâh Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği vazîfelendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek:

«–Nereye gidiyorsun?» dedi.

O zât:

«–Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum.» cevâbını verdi.

Melek sordu:

«–O kardeşinden elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?»

Adam:

«–Yok hayır, ben onu sırf Allâh rızâsı için severim, onun için ziyâretine gidiyorum.» dedi.

Bunun üzerine melek:

«–Sen onu nasıl seviyorsan Allâh da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allâh Teâlâ’nın sana gönderdiği elçiyim.» dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de hakkıyla yaşanan din kardeşliğinin, cenneti kazandıracağını beyân etmektedir:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki Ensâr’dan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkınca Abdullâh bin Amr, o adamı tâkip etti ve ona:

“–Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misâfir eder misin?” dedi.

Adam:

“–Olur.” dedi.

Daha sonra Abdullâh bin Amr -radıyallâhu anh-, şöyle anlattı:

“–Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece kalktığını görmedim. Ancak sabah namazına kadar uyandıkça Allâh Teâlâ’yı zikretti ve tekbîr getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey Allâh’ın kulu! Babam ile benim aramda bir ihtilâf vâkî değildir. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”buyurduğunu işittim. Üç defâ da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni, Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zât:

«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.

Ben ayrılmak için dönünce ardımdan seslendi ve dedi ki:

«–Benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiçbir kimseye kalbimde kin tutmam (gönlüm bütün müslümanlara muhabbetle doludur) ve Allâh’ın verdiği herhangi bir hayırdan dolayı da kimseye aslâ hased etmem.»

Bunun üzerine:

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

İşte, bütün mü’minlere hakîkî bir kardeş gözüyle bakan ve onlara fazîletle muâmele eden bir müslüman gönlü…

Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Annem Safiye, yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:

«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi.

Hırkaları alıp Hazret-i Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir başka şehîd daha bulunuyordu ve henüz onu örtecek bir kefen bulunamamıştı. Hırkaların ikisini de Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık. Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için de aralarında kura çektik.” (Ahmed, I, 165)

Din kardeşliğinin akrabâlık asabiyetini aşmasını sergileyen ne ibretli bir fazîlet manzarası…

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- asr-ı saâdetteki kalbî olgunluğu şu sözleri ile ne güzel ortaya koymaktadır:

“Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüşü müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.” (Heysemî, X, 285)

Bir mü’min, din kardeşleriyle alâkadar olmalı, onları düşünmeli, dertleriyle dertlenmelidir. Hattâ kendisinden evvel onları düşünmeli ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalıdır. Bunun en güzel tezâhürlerinden birini, Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu muhteşem davranışında müşâhede etmek mümkündür:

Hizmetine bakan talebesi bir gün ona:

“–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruh-, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebe, durumlarının iyi olmadığını ifâde sadedinde içini çekip:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrâr edecek oldu ise de, Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabûl etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya yükselir!..” dedi.

Allâh ile dost olanlar, bütün mahlûkât ile ve bilhassa da din kardeşleriyle dost olurlar. Mü’min kardeşlerine, Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri daha da genişleyerek bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim dostluğun şâhikasında bulunan Fahr-i Kâinât Efendimiz, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının hidâyeti için duâ ediyordu.

Yâsîn-i Şerîf’in ikinci sayfasında kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, dünyâya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:

“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin gönül ufkundaki şefkat ve merhameti sergilemektedir.

Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, İslâm kardeşliği hakkındaki duygularını ifâde ederken tahdîs-i nîmet kabîlinden şöyle buyurur:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalbde hüzün varsa o kalb benim kalbimdir.”

Sehl bin İbrâhim, muhteşem bir din kardeşliği misâlini şöyle anlatıyor:

İbrâhim bin Edhem’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrâhim bin Edhem, elindeki bütün her şeyi benim sıhhatim için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından, merkebini satıp arzumu yerine getirdi. Sıhhate kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lâzım oldu ve:

“–Ey İbrâhim, merkep nerede?” diye sordum. İbrâhim bin Edhem:

“–Sattık.” dedi.

Sıhhatim yol yürümeye müsâit olmadığı için:

“–Peki ama şimdi ben neye bineceğim?” dedim. O ârifler sultânı:

“–Sırtıma bineceksin, kardeşim!” dedi ve beni üç konaklık mesâfeye sırtında taşıdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri, İstanbul’un Fethi’nden sonra Bizans zamanında zindana atılan bâzı insaflı papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki fikir ve mülâhazalarını sormuştu. Onlar da, ancak bir müddet tahkîkât ve inceleme yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler.

Papazlar, kendilerine verilen fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:

“–Efendim, ben siftah yaptım. Siz, siftah yapmayan şu komşumdan alın!” dedi.

Bu İslâm kardeşliği manzarası onları hayrette bıraktı… Hakîkaten menfaat-perestlikten arınmış ve kendisi kadar müslüman kardeşini de düşünen bu ulvî gönüle ne kadar gıpta edilse azdır.

Hâsılı, Allâh Teâlâ, din kardeşlerinin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır. Allâh için hakîkî dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalbde yaşamasıdır. Din kardeşliğinin mes’ûliyetini, hassas ve fedâkârâne bir hizmetle îfâ gayretinde bulunanların ömrü, fânî hayatlarından sonra da devâm eder. Onlar hep rahmetle yâd edilirler. Tıpkı Muhâcirler, Ensâr ve gönül âlemlerini bir vakıf hâline getiren mü’minler gibi…

Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere, muhabbet dolu bir mü’min kardeşliği ile şefkat ve merhamet etmemiz, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim kardeşlik vazîfelerindendir.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*