share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Kelimat-ı Kudsiyye 4. Bölüm

0 yorum

Abdurrahman-ı Taği hazretleri –Allah ondan razı olsun- İmam-ı Rabbani’den naklederek ‘Marufu emretmeyip münkeri yasaklamayan köy imamları köy halkı üzerinde şeytanın vekilleridir.’ Dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

  • Nitekim bir nüktedan Akur köyünün imamına şöyle dedi: Neden köyünden ayrıldın? Çünkü ben bir kere şeytana yolda rastladım ve kendisine nereden geliyorsun diye sordum. Bana Kulat ve Keplik köylerinden geliyorum dedi. Kendisine Akur köyüne niye gitmiyorsun diye sorunca bana ‘Çünkü oranın imamı benim vekilimdir. Onun ayartıcılığı karşısında benim ayartmama hacet yok, o köyünün halkını yeterince ayartıyor diye cevap verdi. Buna göre imam efendi, çabuk ol da bir an önce köyüne git.’

Şeyh hazretleri bu konudaki sözlerini şöyle bağladı.

  • Köy imamları her bakımdan köy halkının önderleridirler. Ya halkın önüne düşüp onları cehenneme götürürler veya önlerine düşerek onları cennete götürürler.

Abdurrahman-ı Taği hazretleri –Allah ondan razı olsun- Tercunk köyündeki evinde kendisine ‘falanca kişi bizim için – niye sünnetleri terk ediyorlar- diyor.’ Deyip de o adama cevap verilmesini isteyince şunları söyledi:

  • ‘Sakın sünnetleri terk etmeyiniz. Bu yüce tarikata giren hiçbir kimse müekked sünnetleri, iki rekatlık işrak ve fecir namazını, sekiz rekatlık teheccüd namazı ile üç rekatlık vitir namazını terk etmemelidir. Çünkü normal zamanında sünnetleri terk eden kimse ölüm döşeğine düşünce farz namazlarını terk eder.
  • Oysa bizim tarikatımız şeriata ve Peygamber efendimizin –salat ve selam üzerine olsun- sünnetlerine dayanır. Tarikattan maksadım bidatler ile ruhsatlı kolaylıkları terk etmek ve şeiratın prensiplerine uymaktır. Çünkü şeriata bağlı kalan ve bunun yanında bidatler ile ruhsatlı kolaylıkları terk eden tarikat kalıcı olur, sona ermez. Buna karşılık şevke ve heyecana dayanan tarikat Şeyh Hasan Anbeti’nin tarikatı gibi kısa zamanda yok olur, etkisini kaybeder.’

Sözlerinin burasında kendilerine ‘Tarikatın başlarında nefsi tüm bidatler ile ruhsatlı kolaylıklardan uzak tutmak hal lezzetini azaltıcı olmaz mı?’ diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

  • ‘Varsın olsun. Çünkü en önemli gaye şeriattır. Mülk olarak kalabilen cezbe şeriat prensipleri uyarınca elde edilen cezbedir, yoksa şevk ve heyecana dayalı cezbe değildir.’

Kendilerine ‘Kalp hastalıkları giderilmeden önce işlenen nafile ibadetler zararlı olmaz mı?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verdi:

  • ‘Hayır, zararlı olmaz. Gavsü-l Azam hazretlerinin eşiğinde belirlenen tarikatımızın bir prensibi şudur: Herkes bilsin ki, virdlerden, amellerden ve nafilelerden beklenen sevap değil muhabbettir.’ Sözlerinin burasında kendilerine İmam-ı Rabbani’nin Mektubat adlı eserindeki mektuplardan biri olan ve içinde ‘kalp hastalıklarını gidermeden önce işlenmiş olan nafileler faydasız, hatta zararlıdır; çünkü o durumda nefsin arzusuna tapılmış olur.’ Şeklinde bir ifade bulunan mektubu arzedince kendilerinden şu cevabı aldım:
  • ‘O mektupta söz konusu edilen durum bir takım zahidlerin tutumudur. Onlar sevap kazanmak maksadıyla mağaralar kapanarak mesela bin rekat nafile namaz kılarlar. Oysa normal sünnetler ile nafile ibadetleri işlemeyi hem Mevlana Halid Şehrzuri ve hem de Gavsül Azam hazretleri emretmiştir.’

Sözlerinin burasında da kendilerine Gavsül Azam hazretlerinin halifesi Şeyh Halid hazretlerinin Gavsül Azam hazretlerinden nakletmiş olduğu ‘Nafileler ile meşgul olmak müridi cezbeden alıkoyar.’ Şeklindeki sözü arz ettim. Bana şöyle cevap verdi:

  • ‘O sözün maksadı az önce belirttiğim şekildeki zahidlerin nafileleridir. Fakat şeyh müridine bazen nafileleri arttırmasın emredeceği gibi bazen de azaltmasını emredebilir. Sizler nafile ibadetleri emretmeye önem veriniz. Nafile namazları terk eden birini görünce kendisine ‘Farz namazların (kazaların) mı var ki bu yüzden nafile kılmıyorsun?’ diye sorunuz ve adamı nafile (sünnet) namazları kılmaya teşvik ediniz.’

Abdurrahmanı Taği Hazretleri bu konudaki sözlerine devam ederek uzun uzun açıklamalarda bulundu. Öyle ki bu hususta söylenecek başka söz bırakmadı. Fakat onun tafsilatlı sözlerinin tümü aklımda kalmadı, zayıf hafızam sadece okuduklarınızı hatırlayabildi.

***

Abdurrahman-ı Taği hazretleri –Allah ondan razı olsun-Semerşeyh köyünde Kafi Hüseyin’in evinde Ebrar ile Mukarrebin arasındaki farkı belirtmek üzere şunları söyledi:

  • Ebrar, Ulu Allah’a sevap karşılığında ibadet eden kimselerdir. Buna karşılık Mukarrebin, herhangi bir karşılık maksadı ile değil, Ulu Allah’ı sevdikleri ve saydıkları için O’na ibadet eden kimselerdir. Nitekim Hazreti Ömer’in –Allah ondan razı olsun- şöyle dediği nakledilmiştir:

‘Cennet ve cehennem olmamış olsa bile ibadet etmekten vazgeçmezdim.’

Bunun yanında Peygamber efendimiz – aleyhissalatü vesselam- sahabilerden Hazreti Suheyb’i–Allah ondan razı olsun- şu sözlerle övmüştür:

‘Allah’dan korkmamış olsa bile O’na karşı gelmezdi.’

 

Ayrıca Azizan hazretleri ile müridlerinden birisi arasında şöyle bir olay geçmiştir:

Azizan hazretlerinin söz konusu müridine keşif yolu ile şeyhinin kötüler arasında olduğu bildirilince şeyhine karşı beslemiş olduğu ihlas kayboldu. Şeyhi durumu öğırenince ona şöyle dedi:

‘Ey himmeti eksik kişi! Senin öğrendiğin durumu ben otuz yıldan beri biliyorum. Buna rağmen ne gevşedim ve ne de muhabbetime leke getirdim. Ayrıca duamı, istememi ve ibadetimi de azaltmış değilim.’

Yani şeyh hazretleri müridine demek istedi ki; insan sevap elde etmek veya cennete girmek için değil, ibadet etmek ve Allah’ı tanımak için yaratılmıştır. Nitekim Ulu Allah şöyle buyuruyor:

‘ Ben insanlar ile cinleri sırf bana ibadet etsinler diye yarattım.’ –Zariyat Suresi 56-

Peygamber Efendimiz –aleyhissalatü vesselam- da kudsi bir hadiste şöyle buyuruyor:

‘Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. İşte varlıklar beni tanısınlar, bilsinler diye yarattım.’

Şeyhinden bu sözleri duyan müridin ihlası eskisine göre daha da arttı.

Buna göre müridin mutlaka ihlaslı ve zati muhabbete sahip olması gerekir. O zaman elem ile nimet onun için eşit olur. Zati muhabbet, karşılık maksadı gütmeyen sevgidir. Teslimiyet ne belirli bir zamana ne de belirli bir hale mahsustur. Mukarrebinin cennetteki içeceği ‘Tesnim’ olduğu halde Ebrarın içeceği içine bir damla ‘Tesnim karıştırılmış olan ‘Rahik’ adlı bir içecektir. Nitekim Ulu Allah şöyle buyuruyor:

  • Şüphesiz ebrar nimetler içindedirler. Tahtlar üzerinde seyrederler. Öyle ki nimetlerin güzelliğini çehrelerinden tanırsın. Onlara miskle mühürlü bir kapta saklanan Rahik adlı bir içecek sunulur. Bunun uğruna isteyenler birbirleri ile yarışsın. Bu içeceğe ‘Tesnim’ pınarından karıştırılmıştır. Tensim çeşmesi mukarreblerin içtiği bir çeşmedir.’ –Mutaffifin Suresi 22-28 –

Mukarreblerin amacı sevap olmamakla birlikte onlar için çok büyük bir sevap vardır. Oysa Ebrar böyle değildir. Onların durumu, İmam-ı Rabbani hazretlerinin ifadesi ile zahidlerinkine benzer. Ayrıca Ebrar ile Mukarrebin arasındaki münasebet, padişehın yakın çevresindeki yönetici kadrosu ile saray kapısındaki sucuları andırır.

 

Bilindiği gibi padişahlar yakın yardımcılarına hem üniforma giydirirler ve hem de yüksek maaş verirler. Ayrıca devleti yönetirken onlarla müşavere ederler. Bu yüzden padişahın yakınları olmak gibi bir şerefin ve makamın sahibidirler.

 

Buna karşılık saray sakalarının durumu böyle değildir. Onlar ücret karşılığında çalışmayı tercih etmişlerdir. Padişahın yakın çevresine göre çok daha fazla eziyet çekerler, ama bu eziyet onlara ne daha yüksek bir maaş ve ne de daha ileri bir rütbe sağlar. Ayrıca padişahın iltifatına mazhar olacak bir makama da gelemezler.

 

Tıpkı zahidlerin riyazeti ve nefis mücadelesi gibi. Zahidler de Mukarrebinden daha çok riyazet yapmalarına ve daha çok nefis mücadelesi vermelerine rağmen bu alanda çektikleri sıkıntılar tıpkı saray sakalarının sıkıntıları gibidir.’

 

Şeyh hazretleri sözlerine devam ederek yukarıda anlatmış olduğu şeyh ile mürid arasındaki olaydan alınması gereken başka bir ibret ersini şöyle açıkladı:

O olaydan alınacak diğer bir ders de şudur:Ne haller ve ne de kemal merdiveni boyunca sağlanan yükselmeler ebedi saadeti garanti edemezler. Tersine bunlar Ulu Allah’ın başka bir muradının eseri olarak da meydana gelebilirler. Nitekim Peygamber Efendimiz –aleyhissalatü vesselam- şöyle buyuruyor:

  • ‘ Ulu Allah bu dini facir biri vasıtası ile de destekletir.’

***

Abdurrahman-ı Taği hazretleri –Allah ondan razı olsun- başka bir sohbette de şunları söyledi:

 

  • ‘Kerametler, haller ve mükaşefeler bir yana bırakılacak olursa bizim tarikatımız Peygamberimizin –aleyhissalatü vesselam- şeriatı ile Eşari itikadından ibarettir.’

Sözlerine devam ederek hepimize şeriata sarılmayı, şeriatın meselelerini ‘Kitab-ül Envar’ adlı eserden inceleyip arkadaşlarımıza belletmemizi tavsiye etti. Nitekim Seyyid Taha hazretleri de fetva konusunda bu kitaba dayanmış, onu bir müridine okutup dinlemişti. Ayrıca Seyyid Taha hazretleri de dört büyük ibadetin (namaz, oruç, zekat ve hacc) hiçbir sünnetini ihmal etmemiştir. Şeyh hazretleri sohbetinin bir yerinde şunları söyledi:

  • ‘Böyle davranmak muhabbette eksilme meydana getirse bile benim için şeriata bağlı zayıf bir muhabbet, şeriata aldırış etmeyen aşırı bir muhabbetten daha üstün ve sevimlidir.’

Sözlerinin sonunda hepimize müekked sünnetleri, vitri, iki rekatlık işrak namazınıasla ihmal etmememizi ve farz namazlarımızı da cemaatle kılmamızı emir derecesine varan bir ısrarla tavsiye etti.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*