Abdurrahman Taği hazretleri —Allah ondan razı olsun— bir sohbetinde şöyle dedi:
— «Müridin şeyhin elini almaktan muksadı Allah’a varmak, nefsin ve şeytanın tuzağından emin olmak İçin şeyhin gölgesine sığınmaktır.»
Sözlerinin burasında kendilerine «şeyhin gölgesinden maksat nedir?» diye sorunca bana «kulluk ve O’na itaattir» diye cevap verdi. Bunun üzerine kendilerine «üzerine şeyhin gölgesinin düştüğünü murid nasıl anlayabilir?» diye sorunca şeyhin gölgesi altına sığınmanın müridin ihtiyarında olduğunu belirterek sözlerini şöyle bağladı:
— İnsan ağacın gölgesine nasıl sığınır? Ağacın gölgesi altına girmek mutlaka insanın kendi tercihi ile gerçekleşir.
Abdurrahman Tağî hazretleri —Allah ondan razı olsun— yine ayni sohbette şunları söyledi:
— Makbul murid, ilk baharda amel işlemek için gayret gösteren muriddir. Çünkü ilkbahar bitkilerin filizlenme dönemidir ve insan da toprak kaynaklıdır. Buna göre ister gaflet halinde olsun, ister uyanık bulunsun ilkbaharda yeniden filizlenmeli, eğer gaflet halinde ise çok amel işleyerek gaflet damarını kesmeli ve uyanıklığı filizlendirmelidir.
Allah’a varmak isteyen kimse seher vakti uyanmalı, bu vakitte uyuma huyundan vazgeçmelidir. Çünkü seher vakti şaşırtıcı bir gelişme zamanıdır. Böylesine şaşırtıcı bir gelişme ve Allah’a doğru yol alma başka hiç bir zaman meydana gelmez.Abdurrahman Taği hazretleri —Allah ondan razı olsun— başka bir sohbetinde şunları söyledi:
— Her zaman nefsin hile ve tuzağından çekininiz. Çünkü nefis inşanı ayartma gayretinden hiç bir an bile geri durmaz.
Ben nefsin bu aldatıcılığını eşim Ümm-ü Halid ile aramızdaki mubah olan işret meselesinde tespit ettim. O sırada bu işret çok hoşuma gittiği için epeyce bir süre bu işe devam ettim. Daha sonra uyku zamanı gelip de uyumak için eşimden ayrılınca bu ayrılık sonrasında acayip bir cezbe ve nisbet buldum. Kendimi hasta gibi göstererek bir süre bu durumda kaldım ve seher vaktine kadar eşimle konuşmadım.
Seher vakti gelince Ümm-ü Zeynep her zamanki adeti uyarınca bizi uyandırmaya gelince beni uyanık buldu. Fakat bir süre sonra yine Ümm-ü Halid ile işrete daldım. Bunun üzerine Gavs-ül Azam’ın himmeti ile aramızda bir tartışma oldu da ondan yine ayrıldım. Ayrılınca daha önceki cezbeyi ve nisbeti yeniden buldum. O zaman bu işretin nefsin bir aldatması, bir tuzağı olduğunu anladım. Bunun üzerine her iki eşimi de, işreti terk ederek sohbet etmeye çağırdım ve şeytanın tuzağı konusunda her ikisini de uyardım.
Bir gün arkadaşlarımızdan biri kendisi ile başka bir arkadaşımız arasında bir soğukluk doğduğunu belirttikten sonra «elini öpüp özür dilemek üzere arkadaşımıza gittim, fakat elini bana vermedi» dedi. Abdurrahman Taği hazretleri —Allah ondan razı olsun— duyduğu iteler üzerine öfkelenerek şöyle dedi:
— «Kendisi ile küs olan kimsenin elini öpmek, insanı nefsin tuzağından koruyabilir. Çünkü muridlik konusunda daha üstün durumda olanın kendisinden daha aşağı durumda olanın elini öpmesi adet olmuştur. Böylece el öpen taraf nefsinin daha saf olduğunu ve buna göre daha önce özür dilemesinin uygun olduğunu ispat eder.
Fakat hüsn-ü zan prensibine uyarak her murid karşısındakini kendinden üstün saymak ve karşısındakine saygı göstererek içinden “eğer ben onun özrünü kabul etmezsem, bana kırılabilir, bana beddua edebilir ve bu yüzden ağır bir belâya ve zarara uğrarım” diye düşünmelidir.
Görüldüğü gibi şeyh hazretleri bu konudaki tutumu bir hüsn-ü zann meselesi olarak değerlendirmiş ve karşı tarafa saygı gösterme esasına dayandırmış, ayrıca edep kurallarını çiğnemiş olmaktan dolayı pişmanlık duyulmasını tavsiye etmiştir. Murid böyle yapmadığı takdirde davranışı yüz kere sövmekten veya karşı tarafa hakaret etmekten daha ağır olur, hatta böyle bir tutum küskünlüğe yol açan tartışmanın kendisinden de daha çirkin birşey olur. Bu durumda küskün kimse şöyle düşünmelidir:
«Hayret doğrusu! Benim bu tutumum nefsimin önüme kurduğu büyük bir tuzaktır. Arkadaşım benimle barışmak istiyor, ben barışmıyorum; arkadaşım benden özür diliyor, ben ondan özür dilemiyorum.» Bu düşünce içinde hüsn-ü zann prensibi uyarınca arkadaşından çekinmelidir. Çünkü eğer onun özür dilemesini kabul edip barışmazsa mahvolur.
ÖFKEYİ YENMEK
Helim – selimlik kadar kulu Allah’a yakınlaştıran bir sıfat yoktur, öfke ise kulu Rabbinden uzaklaştırır ve imanı bozar. Tarikattan maksat kemal kazanmak ve kemal peşinde koşmaktır.
Gavsül Azam hazretlerinin kardeşi Molla Abdülgaffarın yeğeni ve Abdi Bek Sipaherti nin eşi Mirane, Gars-ûl Azam hazretlerinin «üç gün ûstûste ayni durum .da kalarak bir halden başka bîr hale yükselemeyen muride en lâyık olan şey ölümdür dediğini nakletmiştir.
Buna göre murid evindeyken şeyhi ile buluşmayı, şeyhi İle buluşunca onun sohbetini dinlemeyi sohbet dinleyince uyanık olmayı, uyandı olmayı gerçekleştirince ihlası, ihlâslı olmayı gerçekleştirince edebliliği, edepli olmayı başarınca saygılı olmayı, bunu da gerçekleştirince muhabbeti istemeli ve böylece temenni ettiği har halin gerçekişmesinden sonra başka bir hal istemelidir. En yüksek mertebe İhlasın mertebesidir
Edep hürmetten önce olan ve hürmetin gerçekleşmesinden sonra beliren edep olmak üzere ikiye ayrılır. Hürmetin edep karşısındaki durumu da böyledir. Bunların arası fena hali ile beka halinin arası gibidir. Muhabbet de iki kısımdır. Biri müridin iradesinin şeyhin iradesine bağlanarak yok olmasından önceki muhabbet Öbürü de şeyhin iradesine bağlanmanın gerektirdiği ve meydana getirdiği muhabbet Muhabbetin, edebin ve hürmetin burada anlatılan ilk kısımları aklı ve kesbî iken ikinci kısımları tabii ve kesbidir.
Bîr gün arkadaşlarımızın biri, Abdürrahman Taği hazretlerine —Allah ondan razı olsun— sabah ve aksam namazlarından sonra onar kere Tehlil getirmenin bidat olup olmadığını sordu ve «bir arkadaşımız bunun bidat olduğunu söyledi» dedi. Bunun üzerine şeyh hazretler, dedi ki:
— «O arkadaşınızın “dediğine kulak asma. Çünkü
bid’at, Kitabda, Sünnette, icma-ı ümmette ve Kıyas-ı Fu-kaha’da yeri olmayan şey demektir. Gavs-ül Azam hazretlerinin de buna bidat dediğini ileri sürmüşlerdir. Fakat durum kendisine arzedilince öyle bir şey söylemediğini belirtti ve “Allah’ın laneti benim adıma yalan uyduralım üzerine olsun” dedi.»
Başka bir gün de kendilerine namazlardan sonraki tespihlerin bid’at olup olmadığı sorulunca «bunlara bid’at diyenlerin sözlerine kulak asmayınız» dedi. Bir sorum üzerine namazlardan sonra getirilecek en güzel salât-ü se-lâm’ın şu olduğunu belirtti:
«Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammedin biadedi külli dain ve devain ve barik ve selim aleyhim kesiren.»
Mânâsı:
(Allah’ım Efendimiz Muhammed ile Onun aline, tüm dertlerin ve devaların sayısı kadar rahmet eyle. Gerek O’na ve gerekse O’nun aline çok sayıda bereket ve selâm ihsan eyle.)
Bu konuda sözlerine şöyle devam etti .
— «Gavs-ül Azam hazretleri bu salât-ü selâmın üç kere okunmasını emretti. Bu salât-ü selâmı okumayanı veya üç kere tekrar etmeyeni azarladığını gördüm. Bize “bu konuda sahih bir hadis yok, ama Halid Şehrzuri hazretleri onu emretti” demiştir.
Namazdan sonraki tespihleri terk etmeyiniz. Benim gibi bir faniye bakmayınız. Ben hal ile meşgul olduğum için sesli zikirler ile meşgul olamıyorum. Hal ile ilgili meşguliyetim bitip de uyanınca namaz sonrası tespihleri kaçırdığıma pişman olur ve şu zikri yaparım:
«Esteğfirullah, esteğfirullah, esteğfirullah. Allahümme entesselâmu ve minkesselâmu. Tebarekte ya zelcelâli velikram.»
Çünkü Peygamberimizden — salât ve selâm üzerine olsun— bu zikrin namaz sonrası tespihlerin yerini tuttuğu rivayet edilmiştir.»
Şeyh hazretleri tespih çekmeyi emrederdi. Hatta çoğunlukla teşbih çekmeyenlere, duâ için ellerini kaldırmayanlara ve duâ bitince elleri ile yüzlerini sıvazlamayanlara bunları zorla yaptırırdı. Bazan kendileri de teşbih çeker ve duâ ederken ellerini kaldırırdı.
Şeyh hazretleri sözlerine şöyle devam etti — Murid bir halden başka bir hale geçince ikinci hali birinci halini inkâr edici olur. Buna göre ikinci sohbet birinci sohbeti inkâr edici olmalıdır. Müridin ikinci sohbete katılmaktan maksadı ilk sohbetten dolayı mağfiret dilemek olmalı ve ikinci sohbette nefsini birinci sohbette gördüğünden daha kusurlu görmelidir, ki kusurundan dolayı mağfiret dilemesi gerekli olsun. Nitekim Rabia hazretleri «bizim mağfiret dilememiz bile mağfiret dilemeyi gerektirir» demiştir. Çünkü ilk mağfiret dileme ikincisine göre gafletle karışık olur.
Bir gün Abdurrahman Taği hazretlerine —Allah ondan razı olsun— akşamla yatsı arasında işi olup da ya rabıtayı veya zikretmeyi terketmek zorunda kalanların bunlardan hangisini terkedebilecekleri soruldu. Şeyh hazretleri bu soruya karşılık şunları söyledi :
— «En öncelikli ve değerli olan rabıtadır. Murid her ikisini de yerine getiremeyince zikri terketmesi evlâdır. Rabıta daha faziletlidir. Çünkü o muhabbete dayanır.
Oysa zikir muhabbetin tamamlayıcısıdır. Allah’a doğru ilerlemenin delili şeyh ile rabıta kurmaktır. Rabıta zikirsiz gerçekleşse müridin zikretmesine lüzum kalmaz.
Fakat muhabbeti olmayan müridin akşamla yatsı arası zikretmesi gerekir. Gavs-ül Azam hazretleri vefat edince akşamla yatsı arasında muridlere zikretmeyi emretmek istedim ve dedim ki «murid şeyhi düşünüp onu zihninde canlandıramayınca, aradaki nisbetsizliğe rağmen nasıl Allah’ı zihninde hayal edebilir?» Zikir ile rabıta arasında fark vardır. Zikir parmaklarla olur, fakat rabıta öyle değildir.
Hace Azizan hazretleri dedi ki.- «Muridlerimin arasında sadık olup olmayanları birbirlerinden ayırdedemediğim için onlara yüksek sesle zikretmelerini emrettim ve böylece onların gayret ve sadakat derecelerini Ölçmek ve aralarındaki sadıkları sadık olmayanlardan ayırmak istedim.»
Şeyh hazretleri daha sonra sohbetlerine şöyle devam etti:
_ Muridler arasında doğan fikir ayrılıkları rahmettir, gerçek açıklığa kavuşsun diye Allah’ın onlara sunduğu bir nimettir. Muridler arasında görüş ayrılığı belirince onu bana bildiriniz. Çünkü bazı gerçekleri açıklamak böyle bir görüş ayrılığına dayanabilir. Bu çeşit görüş ayrılıklarını şeyhden saklamak doğru değildir. Eğer sahabîlerden Abdurrahman b. Avf olmasaydı, Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— eşinin evlenmesi meselesi açıklığa kavuşmazdı. Nitekim Peygamberimiz onu bu mesele üzerinde durduğu için övmüştür.
VARLIKTAN SIYRILMAK
Abdurrahman Taği hazretleri —Allah ondan razı olsun— bir sohbette şöyle dedi:
Şah-ı Nakşibend hazretleri zamanında öteki bütün muridler olanca gayretleri ile amel işlemeye, yarar elde etmeye, Allah’a doğru İlerlemeye ve Ona kavuşmaya çalışırken Alâuddin Attır hazretleri yirmi yıl boyunca kalbinden vesveseleri kovmaya çalışmıştı. Hiç bir zaman ne işlediği amele önem verdi ve ne de kendini uyanık gördü. Tersine kendini daima gafil olarak görür ve sürekli olarak uyanıklık isterdi. Oysa hiç bir zaman gafil değildi, tersine bir müşahede ehli olduğu halde kendini gaib’ler-den sayardı.
Öte yandan Hace Muhammed Parsa hazretleri de bizzat Şah-ı Nakşibend hazretlerinin onu methederken belirttiği gibi «kuşun gagasını suya daldırıp çıkarması kadar bir sûre bile Rabb’inden gafil olmazdı.» O duası makbul zatlardan biri idi. Duasında ne istese kabul edilirdi. Fakat hiç duâ etmez, hiç bir şey istemezdi Çünkü kalbi dardı ve oraya Allah dan başka hiç bir şey sığmıyordu. Bu yüzden İstemekten ve yükselmekten kendini alıkoymuştu.
Buna karşılık Alâuddin Attar hazretlerinin kalbi genişti, onun içine ulu Allah ile birlikte başka şeyler de sığıyordu. Bu yüzden devamlı surette istedi ve yükseldi Bu yüzden öyle bir mertebeye erdi ki» eğer Şahı Nakşibend. Abdülhahk Gecdevani ve Ebu Yezid hazretleri bir müridin halife olmasına karar verseler, o müridin halifeliği Alâuddin Attar hazretleri onaylamadıkça kesinleşmezdi. Keşki her murid kendini hayatı boyunca, hatta mahşerde ve cennette, hatta hatta cennette Rabbini müşahede ederken bile gafil olarak görebilse!
Saadeddin Kaşgari seyyidlik önderliğinden vazgeçmisti, öyle ki, bir keresinde katılmış olduğu bir sohbette söz seyyidlikten açılınca «benim bir fidanım vardı, fakat onu bir duvar deliğine gömdüm ve üstünü de çamurla sıvadım» dedi O hiç bir zaman seyyid unvanı ile anılmak istemezdi, Bu yüzden gayet yüksek bir dereceye erdi. Bir şeyhin şöyle dediği nakledilir: «Binlerce şeyh gördüm, ama aralarından sadece bir buçuk seyyide rastladım.» Seyyidlerin azlığı, seyyidlik önderliğinden doğan varlık duygusundan çok az kimsenin sıyrılabilmiş olmasından ileri geliyor. Oysa eğer varlık duygusundan sıyrüabilseler, az emekle meramlarına erebilirlerdi.
