share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Kelimat-ı Kudsiyye 9. Bölüm

0 yorum

Bir gün Abdurrahman Taği hazretlerine -Allah ondan razı olsun- akşamla yatsı arasında işi olup da ya rabıtayı ya da zikretmeyi terk etmek zorunda kalanların bunlardan hangisini terk edebilecekleri soruldu. Şeyh hazretleri bu soruya karşılık şunları söyledi:

-‘En öncelikli ve değerli olan rabıtadır. Mürid her ikisini de yerine getiremeyince zikri terk etmesi evladır. Rabıta daha faziletlidir. Çünkü o muhabbete dayanır. Oysa zikir muhabbetin tamamlayıcısıdır. Allah’a doğru ilerlemenin delili şeyh ile rabıta kurmaktır. Rabıta zikirsiz gerçekleşse müridin zikretmesine lüzum kalmaz.

 

Fakat muhabbeti olmayan müridin akşamla yatsı arası zikretmesi gerekir. Gavs-ül Azam hazretleri vefat edince akşamla yatsı arasında müridlere zikretmeyi emretmek istedim ve dedim ki ‘mürid şeyhi düşünüp onu zihninde canlandıramayınca, aradaki nisbetsizliğe rağmen nasıl Allah’ı zihninde hayal edebilir?’ Zikir ile rabıta arasında fark vardır. Zikir parmaklarla olur fakat rabıta öyle değildir.

Hace Azizan hazretleri dedi ki: ‘Müridlerimin arasında sadık olup olmayanları birbirlerinden ayırt edemediğim için onlara yüksek sesle zikretmelerini emrettim ve böylece onların gayret ve sadakat derecelerini ölçmek ve aralarındaki sadık olanları sadık olmayanlardan ayırmak istedim.’

Şeyh hazretleri daha sonra sohbetlerine şöyle devam etti:

– Müridler arasında doğan fikir ayrılıkları rahmettir, gerçek açıklığa kavuşsun diye Allah’ın onlara sunduğu bir nimettir. ,Müridler arasında görüş ayrılığı olunca onu bana bildiriniz. Çünkü bazı gerçekleri açıklamak böyle bir görüş ayrılığına dayanabilir. Bu çeşit görüş ayrılıklarını şeyhten saklamak doğru değildir. Eğer sahabilerden Abdurrahman bin Avf olmasaydı, Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam’ın eşinin evlenmesi meselesi açığa kavuşmazdı. Nitekim Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam onu bu mesele üzerinde durduğu için övmüştür.

 

VARLIKTAN SIYRILMAK

Abdurrahman Taği hazretleri – Allah ondan razı olsun- bir sohbette şöyle dedi:

– Şah-ı Nakşibend –Kaddesallahü Teala sirrahül-aliye- hazretleri zamanında öteki bütün müridler olanca gayretleri ile amel işlemeye, yarar elde etmeye, Allah’a doğru ilerlemeye ve O’na kavuşmaya çalışırken Alaüddin Attar hazretleri yirmi yıl boyunca kalbinden vesveseleri kovmaya çalışmıştı. Hiçbir zaman ne işlediği amele önem verdi ve ne de kendini uyanık gördü. Tersine daima kendini gafil olarak görür ve sürekli olarak uyanıklık isterdi. Oysa hiçbir zaman gafil değildi, tersine bir müşahede ehli olduğu halde kendini gaib’lerden sayardı.

Öte yandan Hace Muhammed Parisa hazretleri de bizzat Şah-ı Nakşibend hazretlerinin onu methederken belirttiği gibi ‘kuşun gagasını suya daldırıp çıkarması kadar bir süre bile Rabbinden gafil olmazdı.’ O duası makbul zatlardan biri idi. Duasında ne istese kabul edilirdi. Fakat hiç dua etmez, hiçbir şey istemezdi. Çünkü kalbi dardı ve oraya Allah’tan başka hiçbir şey sığmıyordu. Bu yüzden istemekten ve yükselmekten kendini alıkoymuştu.

Buna karşılık Alaüddin Attar hazretlerini kalbi genişti, onun içine ulu Allah ile başka şeyler de sığıyordu. Bu yüzden devamlı surette istedi ve yükseldi. Bu yüzden öyle bir mertebeye erdi ki, eğer Şah-ı Nakşibend, Abdulhalık Gücdevani ve Ebu Yezid hazretleri bir müridin halife olmasına karar verseler, o müridin halifeliği Alaüddin Attar hazretleri onaylamadıkça kesinleşmezdi. Keşki her mürid kendini hayatı boyunca, hatta mahşerde ve cennette, hatta hatta cennette Rabbini müşahede ederken bile gafil olarak görebilse!

Saadeddin Kaşgari seyyidlik önderliğinden vazgeçmişti. Öyle ki, bir keresinde katılmış olduğu bir sohbette söz seyyidlikten açılınca ‘benim bir fidanım vardı, fakat onu bir duvar deliğine gömdüm ve üstünü de çamurla sıvadım’ dedi. O hiçbir zaman seyyidlik ünvanı ile anılmak istemezdi. Bu yüzden gayet yüksek bir dereceye erdi. Bir şeyhin şöyle dediği nakledilir: ‘Binlerce şeyh gördüm, ama aralarından sadece bir buçuk seyide rastladım.’ Seyyidlerin azlığı, seyyidlik önderliğinden doğan varlık duygusundan çok az kimsenin sıyrılabilmiş olmasından ileri geliyor. Oysa eğer varlık duygusundan sıyrılabilseler, az emekle meramlarına erebilirlerdi.

 

TALEB VE YÜKSELME

Abdurrahman Taği hazretleri – Allah ondan razı olsun- bir sohbette dedi ki:

– Yükselmek talebe, isteğe dayanır. Yükselme bir makamdan başka bir makama geçmeyi ve bazen aynı makamda genişlik kazanmayı gerektirir. Mesela ölüler için talepsiz yükselme vardır. Ölülerin yükselmesi şu demektir:

Mesela seyr halindeyken ölen kimse seyr halindeki lezzeti artmak ve bu haldeki nasibi genişlemek sureti ile yükselir. Vahdet halinde ölen kimse de bu haldeki seyri artarak ve bu haldeki payı genişleyerek yükselir. Yoksa ölü bulunduğu makamdan başka bir makama geçerek yükselmez.

Mesela iman temeli üzerindeyken, yani henüz hiçbir kemal kazanmaksızın ölen kimsenin imanının nuru artar. İman nuru ise acayiptir. Nerede ise günahları sileceği ileri sürülebilir. Bu yüzden şeyhlerin yeni ölen birinden nefret ettiklerini, fakat ölüm tarihi eskiyince onlardaki bu nefretin ortadan kalktığını görürsün. Çünkü ölüm tarihi eskiyenler yükselmektedirler.

Ölülerin yükselmesinin bir sebebi de büyüklerimizin onlardaki kalb hastalıklarını gidermeleridir. Nitekim Molla Ziyaüddin inkarcılık hastalığına mübtela idi. Ölünce bu yüzden büyük bir sıkıntı çekti. Rüyamda kendisini gördüm, benden kendisi adına Gavs-ül Azam hazretlerine başvurmamı istemişti. Affedilmesini rica ettim, fakat bir yıla kadar ricam kabul edilmedi.

Bir yıl sonra Gavs-ül Azam hazretleri yanına çağırarak bana: ‘Hocanın kalb hastalığı giderilerek af edildi.’ dedi. Molla Gayna Gavs-ül Azam hazretlerinin inkarcılarından idi. Ölünce Gavs hazretleri bana: ‘O ateşli katrandan bir gömlek giydirilerek azap çekmektedir’ dedi. Fakat epeyce bir süre geçtikten sonra bir gün Gavs hazretlerinin oğlu Şeyh Celaleddin, Molla Gayna’nın aleyhinde konuşunca Gavs hazretlerinin şefkatli bir dille: ‘Sus, o bizim kardeşimizdi’ dediğini duydum. Anladım ki, Molla Gayna’nın hastalığı kayboldu ve affedildi.’

Sohbetin burasında bir arkadaşımız kendilerine: Hayret, nasıl olur da büyükler akrabaları olan ölülere merhamet etmezler?’ diye sordu. Şeyh hazretleri bu soruyu şöyle cevaplandırdı:

– ‘Gavs hazretlerinin kardeşine merhamet etmemesi, onu inkar etmiş olmasından dolayı değildir. Tersine bu inkar, şeyhimizin şeyhi olan Seyyid Taha hazretlerini de kapsamına aldığı içindir. Çünkü fer’i inkar etmek, aslı da inkar etmeyi gerektirir. Nitekim Gavs hazretleri böyle demiştir.

Bir gün ben kendilerine ‘Falanca ana merkezimizi hedef almış değildir, o arkadaşlarımızdan birini inkar etmektedir.’ deyince bana şöyle cevap verdi: ‘Şaşırıyorum. O adam nasıl olur da şeyhi inkar etmiş sayılmaz. Şeyh biri hakkında (iyi adamdır) dediği halde o adam onun için (hayır, o kötüdür) deyince bu söz şeyhin yanlış söylediğini ileri sürmek olur.’

Ulu Allah cümlemizi, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendisini sevdiklerinden daha çok sevdiği kimseleri inkar etmekten korusun!

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*