Bismiliahirrahmanirrahim
Hamd, âlemlerin Rabb’ı olan Allah’a; salât. ve selâm Muhammed’e, O nun âli ile sahabilerine mahsustur.
İmdi, bilesin ki, yüce Nakşibendî tarikatının —Kadde- sellahu esrare sadatiha— ortaya çıkışının gayesi amelde ihlâsı gerçekleştirebilmek için Allah’ın zatına dönük muhabbetin meydana gelmesi; böylece insanın her türlü davranış, tutum ve sözlerini içeren tüm amelleri, hatta şakaları, hiç bir dünyevî veya uhrevi menfaat gütmeksizin, hatta her hangi terakki ve vuslat bile beklemeksizin sırf Allah için yapmasıdır.
Bu yüce hedefe varabilmek için şu şartlar gereklidir. Her şeyden önce Peygamber Efendimizin —salât ve selâm üzerine olsun— tebliğ ettiği şeriata, onu bidatler ve ruhsatlarla gölgelemeksizin, uymak gerekir. Ayrıca gafleti tümü ile kovmak gerekir. Böylece sâlik uykusunda, uyanık halinde, yalnızlığında, kalabalık içinde, dostları ile veya yabancılarla görüştüğü sıralarda, öfkeli ve sâkin anlarında, açlık veya tokluk dönemlerinde, sözün kısası dağınıklığa yol açan her zaman kalbini bir noktaya yoğunlaştırmalıdır. Öyle ki, böyle zamanlarda onu fitne ve tefrika rüzgârları sarsmamalı, hatta dağınıklığa yol açan veya musibet sayılan dönemlerde kalbini daha güçlü ve kararlı bir şekilde bir noktaya yoğunlaştırmalıdır. Sâlikin şeriata uyma gereğini yerine getirebilmek için gerek halde ve gerekse gelecekte bütün haram ve mekruhlardan, hatta bütün ihtilâf konularından kaçınarak mümkün olduğu kadar bütün vacip ve sünnetleri yerine getirmesi ve bütün şartlarını yerine getirerek tevbe etmesi, geçmiş günahları yüzünden af dilemesi gerekir.
Bunun yanında sâlikin gafleti kovma görevini yerine getirmiş sayılması için kalbini ya ilerde tafsilâtı ile anlatılacak olan rabıta üzerine veya yine ilerde çeşitli vesilelerle anlatılacak olan zikir üzerinde yahud da her ikisi üzerinde yoğunlaştırması gerekir. Öyle ki, kendisinde öyle ileri dereceli bir huzur hali meydana gelmeli ki, gayet köklü olması sebebi ile onu dağıtmak istese bile dağıtamamalıdır.Kalb ikiye ayrılır. Biri hayvani kalbdir. Hayvani kalb, tavuk yumurtasından küçük ve kuş yumurtasından büyük bir et parçasıdır. Sol memenin dört parmak kadar altında bulunur, üst tarafı alt tarafından daha iridir, içi boş ve çizgilidir. Buna hayvani kalb denmesinin sebebi, her canlıda bulunmasıdır.
Bir de insani kalb vardır. İnsani kalb, kaynağı alemi emr olan lâtif bir cevherdir. İlk makamı devamlı tecelli ve yüce otorite altında olması bakımından Arş’dır. Daha sonra olanca azameti ve genişliği ile hayvani kalbe yerleştirilmiştir. İnsani kalb azamet ve genişlik bakımından Arş’dan da büyüktür. Nitekim hadis-i kudsi uslübu ile nakledilen şu meşhur söz bu gerçeğe işaret eder. Ben ne yere ve ne de göğe sığmadığım halde müminkulumun kalbine sığarım.» Yalnız busöz hadis değil, bir büyük sufînin,Şeyh Abdullah Tusterîhazretlerinin ilham yolu ile söylediği bir sözdür.
İşte uyanmanın asıl hedefi bu kalbdir. Çünkü o alem-« emr’de ulu Allah’ın tecelligâhı idi. Bilindiği gibi yukardaki sözde geçen «sığarım, beni içine alabilir» ifadesinin mânâsı «tecellimi sığdırır» demektir, yoksa «zatımı içine alabilir» demek değildir. Çünkü ulu Allah’ın zatı «belirli bir yere yerleşmek» veya «bir yerin kapsamına girmek» gibi nitelemelerden münezzehdir.
Tarikate yeni giren salik, henüz bu insani kalbin farkında olamayacağı için, bu bakış açısının gelişebilmesi için büyük gayretler, meşakkatli riyazetler ve çok sayıda halis ameller işlemesi gerektiği için basiretli bakışlarını insani kalbi kapsamına alan hayvani kalbe yöneltmeye devam etmesi emredilir.
Buna göre salik düşünmeli ki, bu hayvani kalb önceleri ak, aydınlık ve şeffaf idi. Fakat günahlarının çokluğu yüzünden kara ve karanlık olmuştur. Ayrıca nefsinin ihtirasları ile şeytanın giriş yolları yüzünden şerha şerha kıyılmış, ihtiraslar ile şeytanın giriş yolları sayısınca yara almıştır.
Bu yüzden salik, şeyhinin elini, nefesini ve bakışını, Hz. İsa’nın —selâm üzerine olsun— eli, nefesi ve nazarı gibi görmeli ve onun tedavi gücünü de zahirî olarak Lokman-ı Hekim in tedavi gücü ayarında saymalıdır. Bu durumda müridin bir gözü yaralı kalbinde, öbür gözü ise cana yakın ve uzman bir doktorda olmalıdır.
Salik şeyhinin sesini ilk defa duyunca bir yandan uçarcasına titremeli, öbür yandan Leylâ’nın sesini duymuşMecnun kadar haz duymalı, bu arada korku ve ümid duygularını birarada yaşayarak istimdad a (medet dilemeye) hız vermelidir.
Salik in duyacağı korkunun gerekçesi şudur: O ana kadar her şeyini ulu Allah’a havale etliği halde o andan itibaren kendini Allah’ın bir kuluna teslim etmiştir. Uygunsuz bir hareket yaptığı takdirde ulu Allah’ın affediciliği nerede, kulun bağışlayıcılığı nerede! Buna karşılık besleyeceği umudun sebebi de şudur: O ana kadar nefsinin elindeyken o andan itibaren ulu Allah’ın bir dostunun himmetine kavuşmuştur. Pis nefsi nerede, velilerinhimmeti nerede, arada ne kadar büyük fark var!
Bilesin ki, yüce Nakşibendî tarikatının iki dayanağı vardır. Birincisi ve Nakşibendi büyüklerinin belirttiklerine göre vazgeçilmez en büyük rüknü, hatta bizzatŞah-ı Nakşibend hazretlerinin ifade ettiğine göre kemal basamaklarını çıkmaya yeterli temel şartı bid’atlerdenve ruhsatlardan uzak duracak şekilde şeriatauymaktır. Bunun için tüm farzlara uymalı, tüm haramve mekruhlardan kaçınmalı ve hiç bir mekruhda, hatta birevlâ görüşün hilâfında nisbet görmemelidir.
Çünkü bu yüce tarikat muhabbete ve bağlılığa dayanmakla birlikte şarlatanlıklardan, saçmalıklardan ve sapıklıklardan uzaktır. Çoğu kere muhabbet ve bağlılık insanı fitnelere ve şeriata karşı gelmeye sürükler. Çünkü muhabbet ile bağlılık sarhoşluğu, kendinden geçmeyi ve yararlı olanı görememeyi gerektirir. Çoğu zaman da bu iki sıfat insan şahsiyetini baskı altına alarak ona şeriatın koyduğu sınırlamaları unuttururlar. Oysa şeriatın sınırlarını aşmak aslmda muhabbet ve bağlılıkla bağdaşmaz.
Böyle olduğu içindir ki, bunlar yüklerin en ağırları olmuş, gökler, yeryüzü ve dağlar bunları taşımaktan çekinmiş, hatta mahlûkatın efendisi —salât ve selâm üzerine olsun— muhabbetin şerrinden ve fitnelerinden Allah’a sığınmıştır. NitekimHafız-ı Şirazî hazretleri aşağıdaki beytinde bu gerçeğe işaret etmiştir:
Çünkü aşk önce kolay göründü Fakat daha sonra zorluklar belirdi.
Hatta çoğu kere muhabbet uygunsuz sözlerin, doğru olmayan hareketlerin,ehl-i sünnet ve’l – cemaat’e aykırı inançların kışkırtıcı kaynağı olarak görülür. Hatta ve hatta çoğu cahiller Allah’dan ve O’nun Resülünden uzaklaştıran görüş ve hareketleri O’na yakınlık sayarlar ve kendi vicdanlarım (sezgilerini) bu konuda hakem tutarak «vicdanımıza (sezgimize) göre tuttuğumuz meşrebde güçlü bir nisbet görüyoruz» derler.
Oysa keşki şahsî vicdanlarını (sezgilerini) şeriatın sahibinin —salât ve selâm üzerine olsun— vicdanının (sezgisinin) emrine verselerdi. Yine keşki cezbelerini vicdana (sezgiye) dayandıracaklarına şeriat prensiplerine dayandırmaya çalışsalardı! Çünkü cezbe hataya düşünce, cezbe sahibi olarak tanınan kimse şeriat çizgisinin dışına taşınca onu yeniden doğru yola getirmek, yüz tane gafil kimsenin tarikat yoluna girmesini sağlamaktan daha zordur. Buna göre sufî gerek kendisi için ve gerekse başkalarını irşad ederken sakın ve sakın vicdanı (sezgiyi) ve maslahatı (kendine göre yararlı gördüğü yöntemi) işe karıştırmamalıdır. Yalnız şeriatın sahibinin açıkça belirttiği durumlar başka, böyle durumlar sözümüzün dışındadır. Yoksa nasıl olur da şahsî bir maslahat (yararlılık) saplantısı uğruna, haramı irtikâp etmek bir yana, mekruh bir şeyi benimsemek caiz olabilsin!
Allah’ım! Bizleri sırat-ı müstakim’den, yani Peygamber Efendimiz —salât ve selâm üzerine olsun— ile sahabîlerin yolundan ayırma; bizleri nefislerimizin kışkırtma larından ve sapıklıklarından koru. Çünkü nefis kendisi hesabına yararlı görmediği hiç bir şeye girişmez. Eğer şeriatın ilkeleri olmasaydı, nefsimiz basiretimizi bağlar ve aslında öldürücü zehir mesabesinde olan bir şeyi bize baldan ve şekerden daha tatlıymış gibi gösterirdi.
Buna göre yüce Nakşibendî tarikatine talip olan her samimi müridin ilk yapacağı şey, Şeyh Ebulhasan Eş’arî ile Şeyh Ebu Mansur Maturidî hazretlerinin inanç prensiplerini sıkı sıkıya benimseyerek bu iki imamın görüşlerine aykırı düşen fıkıhçıların hadisçilerin, tefsircilerin, tasavvufçuların ve ariflerin sözlerine, kim olurlarsa olsunlar, iltifat etmemektedir. Yalnız teferruatla ilgili bazı meselelerde eğer şeriatın muhakkikleri bu iki imamınkinden başka bir görüşü tercih etmişlerse o zaman onlara ait olmayan görüş benimsenebilir.
Çünkü bu iki imam, akide (inanç ilkeleri) alanında ümmetin ezici bir çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Büyük imamlar, bunların dışında kalanları muteber kabul etmemişlerdir. Özellikle bu imamlar dışında kalan kimseler, eğer tüm sermayeleri âyet ve hadisleri hatalı olma ihtimali yüksek görülecek şekilde tevil eden sufî taslakları olursa onlara haydi haydi uymamak gerekir.
Nitekim muhakkik sufîler bu gerçeği açıkça belirtmişler, böylesine sufî taslaklarının keşiflerine önem vermememiz konusunda bizleri uyarmışlardır. Bu görevi yapmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü onların gayesi sadece Allahu Teâlâ’dır. Ulu Allah onları insanlar için birer rehber kıldığı halde, onlar bunun tam tersine birer saptırıcı, birer yoldan çıkarıcı olup çıkmaktan çekinmişlerdir.
Ayrıca her alanın ilmi için o alanın uzmanına başvurmak gerekir. Çünkü ulu Allah ilmi kulları arasında bölüştürmüştür. Buna göre ulu Allah kimi alimleri akaid alanında uzman kalmış, fakat diğer konularda onları kendilerine başvurulamaz derecede yetkisiz kılmıştır. Kimi alimler şeriat (fıkıh) alanında uzmanken bunun dışındaki konularda yetersizdir. Buna karşılık öyle alimler vardır ki, tasavvuf alanında yetkili oldukları halde diğer konularda yetersizdirler.
Nitekim İbn-i Hacer, ibn-i Cezerî’nin tecvid ilmi alanında îmam-ı Haremeyn ile babası Şeyh Muhammed Güvey nî’ den daha yetkili olduğunu belirtmiştir. Oysa İmam-ı Haremeyn ile oğlu hakkında «eğer yaşadıkları dönemde bu ümmete Peygamber gelseydi, onlar olurdu» denmiştir. Nasıl öyle olmasın ki, mücevherat satılan mağazalarda, çok değersiz şeyler olmalarına rağmen, incik – boncuk bulmak mümkün değildir.
Salik sağlam bir inanç (akide) edindikten sonra dört mezhebden birine göre fıkıh hükümlerini öğrenmelidir. Fakat bu hükümleri öğrenirken en sahih görüşleri tercih etmelidir. Çünkü en sahih görüşlerin dışında kalan ictihadlara dayanarak amel etmek caiz değildir. Sebebine gelinçe bu tarikate göre muteber ve kuvvetli ruhsatlara dayanarak amel etmek bile caiz değildir, nerede kaldı ki, zayıf ve kabul görmemiş ruhsatlara dayanarak amel etmek caiz olabilsin.
Salik sağlam bir inanca sahip olup seçtiği mezhebe göre fıkıh hükümlerini öğrendikten sonra amelde ihlâslı olmayı gerektirecek ilâhî muhabbete sahip olabimek için kalbini tasfiye etmeye (arıtmaya) başlar. Bu arada kendisinde bir hal veya bir cezbe meydana gelirse bu hali ve bu cezbeyi inanç prensipleri ve şeriat ilkeleri ile ölçsün. Bu iki ölçüye uygun düşen hal ve cezbeden dolayı sevinç duyup o yolda yürümeye devam etmeli, buna karşılık bu ölçülere ters düşen hal ve cezbeyi hemen bir yana bırakarak bunlardan dolayı istiğfar etmeli ve bilmeli ki, böylesine cezbeler ve haller Allah’dan değildir; tersine onlar ya nefsin ve şeytanın aldatmacaları veya felâketlerin en ağırı olanistidraç kabilinden şeylerdir. Bu tip hal ve cezbelerin gerçek olduğunu gösteren bin tane rüya, bin tane keşif, bin tane vicdan (sezgi) olsa bile, hatta bu hal ve cezbelerin , sahibi kendisine bin tane melek gelip de bu müjdeleri verdiğini sansa bile, yine böyle düşünmeli, bu prensipten hiç bir zaman sapmamalıdır.
Bu arada tevillere, maslahat tercihine vekıyasa yönelmemelidir. Çünkü bu işlemlerin kapıları tıkalıdır (münseddir). Geçerli tevil müctehidler tarafından yapılmış olan tevildir.Kıyas ve maslahat konularında da durum aynıdır. Bizler ictihad uzmanı değiliz. Çünküİmam-ı Nevevî ileIbn-i Salâh hazretlerinin kesinlikle belirttikleri gibi, ictihad hicrî dördüncü yüzyılın bitiminde sona ermiştir. Özellikle şu noktayı da unutmamak gerekir ki, şeytanın kıyas işleminde çok büyük etkisi söz konusu olabilmektedir.
Evet, salik, herhangi bir meselede tevil ihtimalinin sözkonusu olup olmaması açısından kendine değil, başkalarına karşı hüsn-ü zan beslemelidir. Çünkü bizler, kendimize karşı değil, diğer mü’minlere karşı hüsn-ü zan beslemekle emrolunduk. Hatta bizler değil şeriatın yasakları hakkında şeriatın emirleri hususunda bile nefsimizi yetersiz ve kusurlu görmekle yükümlüyüz.
Nasıl böyle olmasın ki, büyüklerimiz haklarında icma-ı ümmet bulunan ruhsatlarla güzel kabul edilmiş olan bid’atlerden bile uzak durmuşlardır. HattaŞah-ı Nakşibend hazretleri, tarikatınınazimetle amel etmek, sohbet, ruhsatlardan ve bid’atlardan uzak durmaktan ibaret olduğunu açıkça belirtmiştir.
«Ruhsat» demek/tersi daha evlâ olan davranış demektir ki, bu da «azimet» dir. Azimeti tercih etme prensibi insanın kalbinin rahat etmesi için konmuştur. İsterse ruhsat hakkında icma-iümmet meydana gelmiş olsun. Yalnız ruhsat, pisliklerin göz yumulan asgarî miktarları ile ilgili olursa o zaman ruhsata göre amel edilir. Büyüklerimiz bu durumlarda azimete göre amel edilmesi için ısrar etmemişlerdir. Çünkü bu durumlarda azimet yolunu seçmekte ısrarlı olmak vesveseye yolaçar.
«Bid’at»demek, sahabîler zamanında olmayan ve iyi olduğu hakkında kıyas veya icma-i ümmet bulunmayan hareket demektir. İyiliği hakkında icma-i ümmet bulunan bid’atlere minareler, kervansaraylar, ilimleri tasnif etmek ve medreseler yapmak gibi şeyler örnektir. Bu saydıklarımız ile onlara benzer bid’atlerin dinî görevler olduğu hususunda icma-i ümmet vardır.
Ayrıca belli başlı tarikat amelleri de kaçınılacak bid’atlerden sayılamaz. Teveccüh, hatme, belirli şekilde yapılan celâl ve nef-yü isbat zikirleri ile yine belirli edep kuralları gibi. Çünkü bid’atlerden kesinlikle uzak durmayı kesin bir şekilde benimsemiş olan büyüklerimizin bu prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalmış olmaları ve bu konuda hiç kimsenin onlara karşı çıkmamış olması, onların bu prensipleri benimserken, bizler bilmesek bile, bazı delillere dayandıklarını gösterir.Yine ayrıca gündelik bazı adetler de sakınılması gereken bid’atler sayılamaz.
Bilesin ki, murid «ayrıldım» demekle ve büyük günahlardan birini işlemekle tarikatten çıkar. Bu konuda ittifak vardır. Buna göre müride en yaraşan davranış, bir kaç günde bir tarikata bağlılığım yenilemektir. Çünkü insanın kendini bu iki tehlikeden kurtarması çok enderdir. Çoğu kere yükselmemenin sebebi budur. Öte yandan bir büyüğümüz «üç gün ayni derecede kalan için en hayırlı şey ölmektir» demiştir. Bir başka büyüğümüz de muridlerden biri üç günde bir kendisine yeni bir hal ile ilgili soru sormayınca şaşkınlık ve sıkıntıdan dolayı ayağını yere vurarak «geçen geçti» ve «kaçan kaçtı» derdi.
Bu tarikatın ikinci temel prensibi de bağlanılan şeyhe karşı ihlâs, muhabbet ve teslimiyet göstermektir. îhlâsın en aşağı derecesi müridin şöyle düşünmesidir: Dünya kutublarla dolu olsa bile ona ancak kendi şeyhinin eli ile feyiz kapısı açılabilir ve tüm amelleri şeyhinin bir tek nazarına bile denk gelemez. îhlâsm en yüksek derecesi de şeyhinin boşuna işlenen davranışlara varıncaya kadar tüm hareket ve tutumlarını, dünya veya ahiret amacına yahud nefsin arzusuna dönük değil, sırf ulu Allah için olduğunu bilmesidir.
Muhabbetin en aşağı derecesi şeyhinin isteğini tabiî bir şekilde tüm isteklerine tercih etmesidir. Muhabbetin en yüksek derecesi de şudur: Müridin uyurgezer bir insan haline gelerek her türlü şahsî istekten arınması, hiç bir isteği olmayan bir insan haline gelmesidir. Öyle ki, şeyh onun adına bir şey isteyince böylece istek sahibi olması, değilse içinde ne herhangi bir şeye yönelme ve ne de ondan uzaklaşma şeklinde bir arzu uyanmamasıdır. Bununla birlikte murid maddeten şeyhine kavuşmayı, maddî buluşmayı gerçekleştirince de ona manen vasıl olmayı yanık bir gönlün aşkı ile istemeli, onu bu amaçtan hiç bir engel alıkoyamamalı, gönül hasretini hiç bir hal, hiç bir müşahede ve hiç bir manevî vuslat dindirememelidir. Tersine ona yaklaştıkça daha uzakta olduğunu hissetmeli, ona ulaştıkça ondan ayrıldığını düşünmelidir. Çünkü yaklaşmanın ve vuslatın dereceleri sonsuzdur.
Müridin teslimiyetinin asgarî derecesi, şeyhinin dilediği her şeyi kendisine söyleyebilecek derecede ona tasarruf edebilmesidir. Teslimiyetin en yüksek derecesine gelince dünyevî veya uhrevî hiç bir şeyle ilgili olarak ve hiç bir konuda şahsî niyeti olmamasıdır. Tersine şahsî niyetten arınarak şeyhinin emrine uymaya yönelmesidir. İsterse şeyhinin emrinde şahsî helâkını görmüş olsun. Ayrıca gerek çevresindeki kardeşlerin ve gerekse geçmiş sıddıkların amellerine de bakmamalıdır. Çünkü teslimiyet hali böyle bir bakışla bağdaşmaz. Sebebine gelince teslimiyetin mânâsı şu cümlede saklıdır: «Kim silâhını efendisinin kapısına asarsa huzura kavuşur.» Buradaki «silâh»dan maksad çevresindeki olaylara bakmak ve onlar ile ilgili herhangi bir gayret göstermektir.
Gerçekten mahir şeyh müridin nefsini kendisinden daha iyi tanır ve ona karşı daha geçerli tedavi metodları uygular. Çünkü kâmil murşidler, tüm muridlerini aynı yoldan yürütmezler, hepsini tek tip bir eğitimden geçirmezler. Tersine bazılarına sadece sohbet etmeyi, bazılarına sadece rabıtayı, bazılarına sadece murakabeyi, bazılarına sadece zikretmeyi ve bazılarına sadece cezbeyi emrederlerken bazılarına bunların tümünü birarada yapmayı, bazılarına ikisini ve bazılarına da üçünü biraraya getirmeyi emrederler. Tam teslimiyet olmadıkça şeyh müride nasıl rehberlik edebilsin?
Doğruyu yalnız Allah bilir;dönüş ve varış O’nadır. Salât ve selâm Efendimiz Muhammed’in, O’nun ali ile sa- habîlerinin, eşlerinin ve taraftarlarının üzerine olsun. (Adab-ı Fethullah Şeyh Fethullah Verkansî)
