share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Selefin Kelâm İlmine Karşı Çıkmalarının Sebepleri

0 yorum

Zikredilen bütün bu sözlerin Selef âlimlerinden sadır olmasının birkaç sebebi vardır:

1- Yukarıda geçen sözden anlaşılan mana. O mana da şudur; Felsefeyi kötülemelerinin sebebi, Felsefe İslam’ın esaslarını anlamaya manidir, bir maksadı ifade ederken manasız işlerle uğraşmaktır.

2- Hak üzerinde de olsa felsefe çekişmeye ve münakaşaya sevk edicidir. Münakaşa ise ekseriya kötü huylara sebep olan hasımlaşmaya götürür. Nitekim İmanı Gazali de “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu hususu açıklamaktadır. “Müftiye Yardım Gıyas’ul-Müftî” bahsinde Gazali, İmam Ebû Yusuf’tan naklen şu meseleyi naklediyor:

“Hakkı konuşsa da bidatçı olduğu için kelâmcıların arkasında namaz kılmak caiz değildir. Ben bu meseleyi hocama naklettim. O te’vilini şöyle yaptı: Bundan kasıt, hakkı ortaya koyma düşüncesiyle hareket etmeyen kelâmcılardır.

 

 

 

Hocamın yaptığı bu tevili İmam Ez-Zâhidî’nin “Telhis” adlı kitabında gördüm. Zahidi şöyle diyor: “İmam Âzam Ebû Hanife hak yol üzerinde münakaşayı çirkin görüp tasvib etmezdi. Hatta İmam Ebû Yûsuf’tan şöyle bir rivayet nakledilmiştir.

Ebû Hanife’nin meclisinde oturuyorduk. Önünde iki kişi bulunan bir topluluk içeriye girdi. Topluluktan biri şöyle dedi: Bu iki adamdan biri, Kur’an yaratılmıştır, diyor; öteki de onunla münakaşa ediyor.Azam hazretleri: “İkisininde arkasın namaz kılmayın,” buyurdu. Ben de dedim ki: birincisi evet, Kur’an’ın yaratılmamış olduğuna hükmetmiyor, fakat diğerine ne oldu? Bu soruma karşılık İmam Âzam hazretleri buyurdu ki; bunların ikisi de dinde münakaşa ediyorlar, dinde münakaşa etmekse bidattir. “Miftâh’ussaade” adlı kitapta da bu husus zikr edilmiştir. Diğerinin kötülenmesinin sebebi, Kur’an-ı Kerim kalblerimizde mahfuz olduğu, dillerimizde okunduğu ve mushaflarımızda yazılı bulunduğu halde onun indirilmesi hususunda konuşuyor.”

İmam Şafiî buyuruyor ki:

“Bir kimsenin, isim musemmanın (sahibinin) aynıdır, dediğini gördüğün zaman, bil ki o kelâmadır. Onun dini yoktur.”

İmam Şafiî yine şöyle diyor:

“İnsanlar bu kelâm ilminin O günkü anlamı ile felsefenin zararlarını bilselerdi arslandan kaçar gibi ondan kaçarlardı.”

İmam Mâlik şöyle buyuruyor:

Bidat ehli ile kendi arzularına uyanların şahitliği kabul değildir.” Talebelerinden biri İmam Malikin bu sözünü tevil ederken “İmam Mâlik, kendi arzularına uyanlardan kelâmcıları kasdetmiştir” diyor.

3- Felsefe kişiyi şüphe ve tereddüte sevkeder. Bu sebeple felsefe ile uğraşan kimse başlangıçta sıddık iken zındık olur. Yani başlangıçta iman kuvvetli de olsa felsefe ile uğraşan kişinin imanı sarsılabilir.

İmam Ahmed b. Hanbel’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

“Kelâm âlimleri (Felsefeciler) zındıklardır. Kelâmcı kişi asla düzelmez. Kelâm ilmî ile uğraşan kişinin kalbinde mutlaka bir eksiklik görürsün.”

İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda o derece ileri gitmiştir ki, “Bidatçılara Reddiye” adıyla kaleme aldığı bir kitap yüzünden, zühd ve takva, sahibi olmasına rağmen “Haris b. Esed el-Muhasibî” ile arası açılmıştır. Haris’e şöyle diyor.

“Yazıklar olsun! Değil mi ki kelâmcıların düşüncelerini önce hikâye ediyorsun, sonra da reddediyorsun. Değil mi ki bu kitabı yazmakla insanları bidatları mütalâaya ve şüpheyi düşünmeye sevkediyorsun? (Bundan felsefeyi kasdediyor), bu da onları reye, mübaheseye ve bu fitneye sevkediyor?”

“Kitab’ul-Hulâsa” adlı eserde beyan edildiğine göre ihtiyaçtan fazla kelâm ilmi ile meşgul olmak, münazarada bulunmak, öğrenmek, ve onunla meşgul olmak yasaktır. Namaz vakitlerini ve kıbleyi öğrenecek kadar astronomi ilmini öğrenmekte ise bir sakınca yoktur, fazlası haramdır. Ancak hataya düşmeden ve sapmadan insaflı bir ölçüde kelâm ilmi ile uğraşmak mekruh değildir. Hakkı kabul etmemek için konuşup onu atmak isteyen için de kelâm ilmi ile meşgul olmak mekruh değildir.

İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:

”Kadı İmam’dan duydum ki, “Bir kimse (kelâm esnasında) hasmını utandırmak isterse tekfir edilir.” demiştir. Fakat bana göre, kâfir olmaz, küfür üzerinde bulunmasından korkulur.”

Netice:

Yukarıdan beri söylenenleri hulâsa etmek gerekirse şöyle diyebiliriz: Sağlam inançlar ve bu inançları kuvvetlendirmek için ortaya konan deliller, dindar kimselerin kalblerine tesir ettiği, yakın ve kemâl derecesinde kesin iman meyvesi verdiği gibi, batıl inançlar da kalblere tesir eder, kalbleri katılaştırır, karartır; Allah’ın huzurundan uzaklaştırır, kalbin kuvvetini zayıflaştırır, dini sarsar, belki batıl inançlar kötü bir akıbetle nefes tüketmeğe sebep olur. Allah Teâlâ’dan af ve afiyet dileriz.

Görmüyor musun ki şeytan bir kimsenin imanını yoketmek isteyince ancak batıl inançları kalbine sokmak suretiyle imanını yok edebiliyor.

4- Felsefe’nin zararlarından biri de kelâm ilminin derinliklerine dalmak, Kitap, Sünnet ve îcma-i Ümmet’ten istifade edilen İslâmî hükümleri öğrenmeyi terketmektir. Öyle ki bazıları kelâmcı olmak için otuz sene çalışır, sonra öğrendiklerini okutur, kelâm ilmine uygun sözler söyler, kelâm ilmine uymayan sözleri reddeder. Taharet, namaz, oruç gibi furua tâalluk eden fıkhı meselelerden herhangi bir meseleden, bir âyetten, bir hadisten sorulunca onu bilmez, sükût eder. Halbuki yerleşen bütün inançlar Kitapta (Kur’an’da) katı, Sünnette zannî delillerle sabittir. Bu sebeple Cenabı Allah Kur’an-i Kerîm hakkında:

“Bu Kitap, insanlara yeter,” buyuruyor.

Yani Kur’an-ı Kerîm dünyadaki yaşayışla ilgili hususlarda da, âhiretteki yaşayışla ilgili hususlarda da bir vaaz kitabı olarak, bir hidayet kitabı olarak yeter. Bu konuda Cenabı Hak başka bir âyette şöyle buyuruyor:

“Kendilerine okunan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmez mi?”

Yani senin ümmî olduğunu, okuma yazma bilmediğini bildikleri halde her yerde her zaman Kur’an’ı Kerîm’in okunması devam ediyor.

5- Kelâm ilminin zararlarından biri de kelâm ve cedel ilminin neticesi olarak halde hayrete düşmek, istikbalde sapıklığa ve şüpheye düşmektir.

Felsefecilerin mezhebini, sözlerini en iyi bilen İbn-i Ruşd el-Hafîd “Tehâfüt’üt-Tehâfüt” adlı kitabında şöyle diyor:

Felsefecilerden, ilahiyat konusunda itibar edilecek bir söz kim söylemiştir?”

Âmidî de zamanının önemli meselelerine vakıf olduğu halde bu konuda hayret içindedir, Gazali de böyledir. Gazalî’nin kelâma ait meselelerde vardığı netice duraklama ve hayret olmuştur. Gazali sonradan tuttuğu bu yoldan yüz çevirerek Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem’in hadislerine yönelmiştir. Vefatında “Buharı” kitabı göğsünün üstünde idi. Fahreddin er-Râzi de böyle.”Zâtın Kısımları” konusunda yazdığı bir kitapta şu şiirleri kaydediyor:

“Akılların sahası sınırlıdır.

Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır.

Ruhlarımız, cesedlerimizden ürkmektedir,

Dünyamızın neticesi eziyet ve vebaldir.

Ömrümüz boyunca bahislerimizden,

Dedikodu toplamaktan başka bir şey istifade etmedik.”

Kelâm ve felsefe bahislerini düşündüm, bunları bir hastalığa şifa verecek, susuzluğu giderecek güçte görmedim. Allah’a ulaştıran yolların en yakını olarak Kur’an yolunu gördüm. Allah’ı ispat konusunda:

“Allah Arş’ın üstündedir.”

“Hoş sözler Allah’a çıkar.”

Âyetlerini okurum. Allah’tan nefy edilen sıfatlar konusunda da:

“Allah gibi hiçbir şey yoktur.”

“Allah (insanların) bilgilerine sığmaz.”ayetlerini okurum.

Fahreddin er-Râzî daha sonra şöyle diyor:

“Benim gibi tecrübeye sahib olan kişi benim bildiklerimi bilir.”

Şehristani rahmetüllahi aleyh de öyle. O da felsefe ve kelâmcılar hakkında hayret ve pişmanlıktan başka bir netice bulmamış, sonunda şöyle demiştir:

“Yemin ederim ki bütün üniversiteleri dolaştım, o ilim yuvalarına göz gezdirdim. Hayretten elini çenesi üzerine tutan, yahut pişmanlıktan dişini kıranlardan başkasını görmedim.”

Eb’ul-Maâlı el-Cüveyni de bu konuda şöyle diyor:

“Arkadaşlar! Kelâm ilmi ile uğraşmayınız. Ben eğer kelâmın beni ulaştıracağı noktayı bilseydim, onunla hiç uğraşmazdım.”

Eb’ul-Maâlî vefat ederken şöyle diyor:

“Çok büyük denizlere daldım. İslâm âlimlerinden ve ilimlerinden boş kaldım, onların beni menettikleri sahaya girdim. Eğer Cenabı Allah rahmetiyle kurtarmazsa, İbn-i Cüveyni’nin vay haline! İşte ben ölüyorum. Şimdi anamın itikadı üzerinde ölüyorum.” Yahut, “Nisaburlu kocakarıların itikadları üzerinde ölüyorum.”

Husrevşâhî de şöyle demiştir:

“Husrevşâhî Fahreddin er-Râzi’nin en büyük tabelerinden biri idi. Fazilet sahibi zatlardan biri bir gün Husrevşâhî’nin huzuruna giderek:

“Neye inanıyorsun?” Dedi. Husrevşâhî cevap verdi:

“Müslümanların inandıkları şeylere.” Bundan sonra aralarında şöyle bir muhavere geçti:

“Müslümanların inandıklarına açık gönüllülükle ve kesin olarak inanıyor musun?

“Evet, bu nimetten ötürü Allah’a şükrediyorum. Fakat ben vallahi neye inanacağımı bilemiyorum.” deyip ağladı. Ve gözünden akan yaşlar sakallarını ıslattı.

Hûncî de vefatı esnasında şöyle demiştir:

“Elde ettiğim bilgiler içinde, mümkün olanın muraccih olana, yani yaratıkların yaratana muhtaç bulunduğundan başka bir şey öğrenmedim.” Hûncî bu sözü söyledikten sonra şöyle devam etmiştir: “Muhtaç olmak olumsuzluk sıfatıdır. İşte ölüyorum ve hiç bir şey bilmiyorum.”

Bir başkası da şöyle diyor:

“Yatağıma yatıp yorganımı başıma çekiyorum, sabaha kadar onun bunun delillerini karşılaştırarak düşünüyorum, bir tercih yapamıyorum, Bu dereceye gelmiş bir kişiyi eğer Allah rahmeti ile, teveccühü ile kurtarmazsa zmdıklaşır ve kötü bir akıbetle karşılaşır. Bu hastalığa fayda verecek olan ilâç, kalblerin doktoru, gaybları bilen Allah’a karşı yapılan şu duadır: “Ey kalbleri çeviren Allahım! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl. Yer ile gökleri yaratan, gizli açık her şeyi bilen Allahım! Senin izninle ihtilâf ettikleri hakikat noktasında bana, doğru yolu göster. Şüphesiz sen dilediğini doğru yola iletirsin. Lahavle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim.”

6- Fıkıhta ve Şeriat hususunda rey ile ve mücerred akıl ile hüküm vermek bid’at ve sapıklıktır. Tevhid ve sıfat ilminde yalnız akıl ile hükmetmek ise daha büyük bir bid’at ve sapıklıktır.

Fahr’ul-îslam Ali El-Pezdevi “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor:

“Şeriatta aklın Mûcib olması (bir şeyin yapılması yahut yapılmamasını gerekli kılması) hakkında bir delil mevcut değildir. Ve aklın mûcib olması caiz de değildir. Şeriata dayanmayan bir illet ise makbul ve caiz değildir. Zira illetler şeriatın konusudur. Kulun bu konulara girmeye hakkı yoktur. Çünkü bu, ortaklığa sevkeder. Bir delile dayanmadan kim aklı mûcib kılarsa, kulluk sınırını aşarak inatçılıkla şeriatın sınırına girmiş olur.

7- Selef âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının bir sebebi de kelâmcıların, filozofların sözlerine kulak asmaları ve bunlardan bazı sefih kişilere uymalarıdır. Bu sebeple gökten inen âyetlerden yüz çevirip akıllı ve âlim oldukları zannedilen cahillerle beraber felsefeye daldılar. Halbuki Cenabı Allah kitabında bu hususta uyarıda bulunuyor. Şöyle buyuruyor:

“Âyetlerimiz hakkında yanlış tevillerle söz edenleri gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir, yanlarında oturma; tâ ki Kur’an’dan başka bir söze dalalar.”

Bu âyetin manası felsefecilere dayanan kelâmcılara da hususi sebeple değil, fakat umumî hatları ile şamildir. Bazen küfür, bazen fasıklık, bazen isyan, bazen hata derecesine varan bâtıl te’vüler ve tahrifler, Kur’an’ın manasında ileri gitmek, yanlış te’villerde bulunmak bu mananın içine giriyor. Bu bapta hata affedilmez. Dinin furuna taallûk eden meselelerde durum böyle değildir. Furu ile ilgili meselelerde hata vâki olsa günah yoktur, belki yanıldığı için de bir sevap vardır. İhtilaf halindeki bid’at ehlinin içtihatları ile ittifak halinde bulunan Ehl-i Sünnet’in içtihatları arasında fark burada ortaya çıkıyor. Cenabı Hakk’m şu buyruğu da bu noktaya işaret ediyor:

“Muhakkak ki Cenabı Allah sivrisinek ve daha büyüğü ile misal vermeyi terketmez. Artık iman edenler, bu misalin Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise: “Allah bu misal ile neyi murad etmiştir?” derler. Cenabı Allah o misal sebebiyle çoklarını saptırır, yine o misal ile bir çoklarını doğru yola hidayet eder.”

“Biz Kur’an’dan müminler için şifa ve rahmet olan âyetleri indirmekteyiz. Zalimlerin ise Kur’an ancak sapıklığını artırır.”

Bir hadîs-î şerifte ise şöyle buyuruluyor.

“Kur’an, lehinde yahut aleyhinde sana bir delildir”

Kur’an-ı Kerîm nil nehri gibidir. Nil nehri, kendisinden istifade edenler (kendisine yakın olanlar) için sudur, ondan mahrum olanlar için ise kandır. Bütün müslümanlara vacib olan, diğer peygamberlerin de getirdiği inançlara uygun olarak gönderilen Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem’e uymaktır. Cenabı Allah, Hz. Peygamber’in şanını yüceltmiştir, öyle ki kendisine bir yerde yemin ederek şöyle buyurmuştur:

«Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekişme konusu olan hususlarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden, nefisleri hiçbir darlık çekmeden tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”

Cenabı Allah bu âyette haber vermiştir ki, münafıklar, çekişmelerinde başkasını hakem kabul etmek isterler. Onlar Allah ve Rasûlüne, yani Allah kitabı ve Rasûlüllah’ın sünnetinin hükmüne sarıldıkları zaman şiddetle yüz çevirirler. Halbuki onlara sorarsan, iyilikten, tevfikten, hakikat ve yakinî imandan başka bir şey istemiyorlar. Nitekim kelâm, felsefe ve diğer ilimlere mensup âlimler de böyle söylüyor. Biz ancak peygamberlerin sözleri ile filozofların sözlerini bir araya getirmek istiyoruz, diyorlar. Kendini ibadete veren bazı bid’atçılar da öyle söylüyorlar: îman ile ikan, tevfik ile şeriat, tarikat ile hakikat arasını birleştirmek suretiyle biz ancak ihsan derecesine ulaşmayı istiyoruz, derler. Ve bu sözde bâtıl mezheplerinin bâtıl meşreblerinin desiseleri olan hulul, ittihad, infisal, mutlak varlık davasını ve varlıkların bütünü ile, hakkın aynı olduğunu gizlerler ve bu düşünceleri ile birleştirici makamında olduklarını vehmederler. Halbuki onlar tefrikacı zındıkların sapıklık hali üzerindedirler.

Herkim dine ait herhangi bir işte Hz. Peygamber sallelllahu aleyhi vesellem’den sadır olmayan bir hüküm vermek ister ve bu hükmün yakîn babında güzel olduğunu, Peygamberin getirdiği ile ona muhalif düşen aklî meseleleri birleştireceğini zannederse, onun sapıklıktan nasibi vardır. Ve onun için Hz. Peygamber’in getirdiği Sünnet’e yükselmek haramdır. Zira Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem’in getirdiği kâfidir, şifa vericidir, yeterlidir, orada hak yahut bâtıl olan her şey açıklanmıştır. Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

“Bâtıla hak libası giydirip bile bile hakkı gizlemeyin.”

Hz. Peygamberin Sünneti, Sahabe’nin, Tabiînin, onlardan sonra gelen müctehidlerin, müfessirlerin büyüklerinin, büyük muhaddislerin yoludur ve Dâvud-i Tâî, Muhasıbî, Serüs-Sakatî, Mâ’rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî gibi ilk sofilerle, Ebû Necîb es-Sühreverdî, mârifetullah’ta yüksek mertebe sahibi Abdulkadir-i Geylânî, Eb’ul-Kâsım el-Kuşeyri gibi sonradan gelen tasavvufçuların umdesidir.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*