share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Seyda Molla Alameddin’in(k.s.) Dilinden Tasavvuf

0 yorum

Ayeti kerimede cenabı Allah şöyle buyuruyor:’’ Kulum, söyle! Benim size bu kadar yaptığım mukaddes hizmet karşılığında hiçbir ücret talebim yok. Sadece ehli beytime karşı muhabbet ve sevgi beslemelisiniz.’’ Yüce kitap bahsediyor, burada birkaç tane hikmet vardır. Hz. Resul öyle bir zattı ki Hz. Adem’ den ta bu günümüze kadar bütün hadiselere vakıf bir zat,  

 Cemalullah’ı görmüş, miraç yaşamış bir zat, görmüş ki nubüveti taşıyacak olanlar kendi ehlibeytiymiş. Dolayısıyla ona binaen Hz. Hasan, Hz. Hüseyin küçükken onları kucağına almış, sevmiş, başlarını okşamış. Fakat onları başından öperken de Şeyh Abdülkadir-i Geylani, Şah-ı Nakşibent gibi büyük zatlarında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin

soyundan geleceğini görmüş. Onların yapacağı hizmeti tebrik etmiştir. Burada başlarından öperken nefsani bir niyet yoktur. Manen onları tebrik etmiştir. Sadece hizmete binaen. Madem onlar bu ışığı taşıyorlar o ışığa binaen muhabbet ve saygı istiyor. Bizde buna binaen Seyda-i Taği diyor ki:’’ Gavs-ı Hizan fenafillah makamına erişince diğer halifelerini çağırdı. Buna binaen halifelerinden dua etmelerini istedi.

Halifeleri dualarda bulundular. Bir tanesi cezbe, bir tanesi şehadet Şeyh Abdurrahman-ı Taği’ye sıra gelince ‘’Ben de kıyamete kadar zürriyetimin içinde bu her iki ilmi (zahiri ve batıni-tasavvuf ve tedrisat) idame ettirecek hakiki zatların çıkması talebinde bulundum.’’ demiştir ve bu duası da kabul edildi. Abdurrahman-ı Taği hazretleri de peygamber Efendimiz gibi feraset gözüyle görmüş ve bu duada bulunmuştur Allah-u alem.

Hz. Resul şöyle der:’’Benden sonra bir peygamber gelmez. Çünkü benden sonra nübüvvet kapısı kapanıyor. Fakat ümmet içerisinde nübüvvete bir nevi aday olabilecek sadatlar-zatlar çıkacak. Bunlar nübüvvetin vazifelerini yerine getirecek.’’

Bu söze binaen şöyle bir hadis naklediyor: ‘’Benim ümmetimin alimleri Beni İsrailin peygamberleri gibidir.’’ Bazı alimler daha önce yaşamış ben-i İsrail dönemindeki peygamberlerle donanım ve kabiliyet itibariyle eşdeğerdirler.

Bazen bize soruyorlar: ’’Neden sohbetlerde sadat-ı kiramlardan bahsedilir de peygamberlerin hayatına ağırlık verilmez?’’ bizim sadat-ı kiramlardan bahsetmemizin sebebi Peygamber Efendimizi tanımak içindir. Örneğin biz Seydayı tanıdık. Seydanın hizmete olan düşkünlüğünü, muhabbetini ve hizmet aşkını gördük. Dolayısıyla biz burada hayretle baktık.Seyda da ve sadatta aşk ve muhabbet ne kadar fazladır. Biz bunun vasıtasıyla bir kıyas yapıyoruz. Diyoruz ki Seyda da olan bu faziletler Hazreti Resul’den sadece bir damlaydı. Burada bir kıyasla Hazreti Resul’ u biraz da olsa tanırız. Hazreti Resul’ u bir kitaptan tanımak mümkün değildir. Çünkü İslamiyet’in %90’ ı zevkidir, halidir(Hal üzerinedir.). Siz bir insanın yanında kalırsınız o insanın iç dünyasına vakıf olursunuz. Bütün güzelliklerini görür yaşarsınız. Fakat yaşadığınız o halleri kitaba aktaramazsınız. Kitaba yüzde birini, binde birini ancak aktarabilirsiniz. Çünkü zevki olan şeylere özellikle manevi olan şeylere yönelik insanın üslup bulması, bunları ifade etmesi çok zordur. Mesela Şeyh Muhyeddin El-Arabi’nin yaşadığı farklı bir boyut, farklı bir alem vardı. O alemi tam olarak ifade edemiyor, kullandığı üslupla çeşitli ibareler diyor. Bu ibare şeriatın kurallarına uymadığı için kendini ifade edemiyor ve idam ediliyor. Her iki taraf da haktır. Demek ki insanın, o zevki dediğimiz bazı haller ki İslamiyet manevi hallerdir. Onlara yönelik bir üslup bulmak, ifade kullanmak çok zordur. Dolayısıyla Hz. Resul hakkında yazılmış bir kitabı 100 defa okuyan bir insan, Hz. Resul’ün yanında 2dk. kalmış bir sahabenin aldığı zevki, istifade ve feyzi mümkün değil alamaz-tadamaz. Çünkü sahabe Hz. Resul’ün hususi rahle-i tedrisatında terbiye almış, vahiy müdürlüğüne şahit olmuş dolayısıyla onların aldığı feyiz ve bereket elbette ki O’nun hakkında yazılmış bir kitabı bin defa okumaktan çok daha fazladır. Onun için bir insan hiçbir zaman konumu ne olursa olsun , amel ibadeti ne olursa olsun , derecesi ne olursa olsun hiçbir zaman 2 dk. lık sahabe makamına erişemez.

Seyda-i Taği’nin Kelimat-ı Kudsiyyelerine baktığımız zaman “Keşke ve keşke tasavvufla ilgili tarikatla ilgili yazılmış olan bu kitaplar var olma mış olsaydı. Çünkü tasavvuf bir bütünüyle zevkidir. Yani bunlar dil ile ifade edilen şeyler değildir.”

Tasavvuf farklı bir boyuttur. Aslında tam anlamıyla ifade edilemiyor. O boyutta yaşamak gerekiyor. Fakat bizim için en önemli Hz. Resul’den bu güne kadar senet ile gelen yapılan hizmetler hep teminata binaen gelmiştir. Biz normal dünyevi ticaretlerimizde elbette ki muamelelerde birisine 5 milyon, 5 milyar para verdiğimizde teminat isteriz. Fakat her teminat kabul edilmiyor. Çok özel teminatlar istiyoruz eğer ticaret önemli bir ticaret ise. Ahiret ticaretinde elbette ki insan için bir Alimin sözünü dinlediği zaman veya sohbetine katıldığı zaman elbette teminat ister. Örneğin eskiden bu güne kadar talebe medreseye ulaşır, ilmin belli bir seviyesine ulaşır fakat ilmin belli bir seviyesine ulaştıktan sonra hocası feraset gözüyle bakar. Acaba bu ilmi Hakk namına mı kullanır yoksa kendi nefsinin hesabına mı çalıştırır. Feraset yoklamasıyla onu yoklar. İlmin seviyesine ulaşan kişi Hakk namına kullanacaksa halkın yanında denilir ki “ Bu insana itimat ediyorum. Onun güvencesi bize aittir.” Daha doğrusu halk kendi der. Yani “yarın bu insan bizim yanımıza gelecek. Biz bunun sözüne itimat edebilir miyiz? İlmin seviyesinde olan bu kişi bizi Hakk’a mı sevk edecek yoksa batına mı sevk edecek?” Ondan bir teminat isterler. İslamiyet bu şekilde gelmiştir. O hoca der ki “Ben bunun teminatını veriyorum. İlim namına ne söylediyse Hakk namına söyler. Yani bunu nefis hesabına çalıştırmaz.” İrşad noktasında da öyledir. İrşad noktasına gelmiş, bazı nasihatlerde bulunan insanların da, hak ve hakikati anlatan insanların da elbette ki teminat ve senet bunun için gerekiyordur. Mesela televizyonda bir adam var, kendisi ağlar başkalarını ağlatır. Allah’ı anlatır. Fakat Allah için size bunları anlatmaz. Yani bir noktada kim daha çok para verdiyse veyahut Allah için değil de televizyonun reytingini yükseltmek için Allah’ı size anlatır. Ama Allah için gel bunu söyle şunu söyle dediğimiz zaman belki Allah için bu şeyleri anlatmaz. Dolayısıyla o insana ne derecede itimat edilir. Eğer bu insanın mesnedi, teminatı var ise teminata güvenilir ama her teminata da güvenilmez.

Görüyoruz ki Norşin gibi bir yer ise hakikate zemin noktasında , mevcut şuan tedrisat noktasında , tasavvuf noktasında hatta Risale-i Nur noktasında görüyoruz ki Hazret, Seyda-i Tağ-i bunların teminatıdır.Mesela Şeyh Ahmed-el Haznevi’ye teminatı Hazret veriyor. Teminat olmasa belki Şeyh Ahmed-el Haznevi’yi hiçbir insan o dönemde dinlemezdi. Yani Şeyh Ahmed-el Haznevi o dönemde çıksaydı hiç kimse onu dinlemezdi. Derlerdi ki sana teminatını kim veriyor. Bizim teminata itimadımız vardır.

Elbette ki Seyda-i Taği’nin teminatını Gavs-ı Hizan, Gavs-ı Hizan’ınkini Seyid Taha-i Nihri,… böylece Şah-ı Nakşibend teminatı vermiştir. Biz de bu noktada eğer sizlerde bugün buraya geliyorsanız sizin de itimat ettiğiniz bu mesneddir, bu teminattır. İslamiyet hep böyle gelmiştir.

İslamiyet üç müessesede kurulmuştur. Bir fıkıh alanı var. İki akaid alanı var. Bir de bu iki müessesenin alt zeminini oluşturan tasavvuf müessesesi var. Fıkıh alanında İmam Ebu Hanife hangi rotayı bizim için çizmiş ise, dört rekat öğle namazı demiştir ve dört rekatın kılınış şekli böyle demiştir. Biz buna itimat ediyoruz. Akaid noktasında imamlar ne demiş ise inanç noktasında onlara itimat ediyoruz. Fakat bu iki müessesenin alt müessesesi ki tasavvuf alanında insanın iç maneviyatını rehabilite eden, dizayn eden, düzenleyen tasavvuftur. Tasavvuf imamları da bu noktada ne demiş ise biz onlara itimat ediyoruz. 1400 senedir böyle gelmiştir. Tabi 1400 sene içerisinde milyar Müslüman ne kadar var ise hep bu üç müessese üzerine hareket etmiştir.

Görüyoruz ki fıkıh alanında sadatlar bakmışız ki bunlar fıkıhta itimat etmemişler bir noktada kedisine güvenmemiş tasavvuf alanına girmiş. Akaidteki imamları da görüyoruz ki kendilerine güvenmemiş tasavvuf alanına girmiş. Görüyoruz ki tasavvuf bu iki müessesenin alt zeminini oluşturuyor.

Alim çok alim olabilir. Fakat irade nasıl ki şuan ki çoğunlukla insan iradesi nefis hesabına çalıştığı gibi, irade nefsin elinde olduğu gibi eğer tasavvuf yok ise ilim gene nefis hesabına çalışır. Yani bırakın ilmin insanı Allah’a yaklaştırmasını o noktada ilim Allah’tan insanı uzaklaştırıyor.

Allah-u Teala seferlerinizi ve ziyaretlerinizi kabul etsin…..

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*