Giriş
1-“Dünyanın faniliğinin (boşluğunu) anlamak için ilim lâzımdır.”
Burada bahsedilen ilim, sahibine faydalı ilimdir. Bu da “mari’fetullâh“dır. Çünkü ilim olmayınca insan, bir şeyin fayda ve zararını anlayamaz. İlim, sahibinin kalbini parlatır, kalpten perdeleri kaldırır. Böylece o kimse de yolunu ve yürüyüşünü tayin eder. İlim, insanı Allâh’a yaklaştırır. Allâh’tan uzaklaşmak da ilimsizlikten olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Evde nasıl ki kandil karanlığı yırtar ve aydınlatıp eşyayı gösterir ise faydalı ilim de kalbi aydınlatacağından, perdeleri kaldırıp insanı mâsivâ (Allâh’dan başka her şey) dan uzaklaştırarak, Allâh’a yaklaştırır.” buyurmuşlardır.
İlim insana kendisinin mahluk ve hiç olduğunu hatırlatır. Faydalı ilim nekadar kuvvetli olursa, imân da o derece kuvvetli olur. Böylece insan, bir vehimden ibaret olan varlığından uzaklaşır ve Allâh’a yaklaşır.
Hz. Peygamber (s.a.v.):”Yâ Rabbî, menfaati olmayan ilimden sana sığınırım.” buyuruyor.
Hayırlı ilim, kalbde Allâh korkusu uyandıran ilimdir. Böyle ilme sahip olan kimsede Allâh korkusu uyanınca, o kimse sahip olduğu ilimden fayda görür. En büyük menfaat Allâh sevgisinin bulunmasıdır. Bu sebeple insan, kendisinde Allâh korkusu ve sevgisi uyandıran ilimden menfaat sağlayabilir. Allâh sevgisi olmayan insan, insan dâhi değildir.
Allâhu Teâlâ buyuruyor:”Onlar ki gözleri bakar görmez; kulakları var işitmez; bunlar hayvandır.“
2- “Ey aşık, neyi seversen onun kulu ve esiri olursun. Böylece o şeyin esaretine girersin. Sevilen şey seveni âmâ ve sağır kılar. Bir kimse Allâh’dan gayrıyı severse o kimse Allâh’dan gâfil, O’nun her şeyine sağır ve neticede Allâh’ı göremez olur.“
Anlaşılıyor ki, hakiki sevilecek olan Allâh’dır. Eğer sen Allâh’ı seversen, Allâh’ın yardımı da gayrıyı sevmene mani olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Hasan (r.a.)’ın ağzından, Hz. Hüseyin’in de boynundan öpmüştü. Allâh derhal Cibril-i Emin-i gönderdi. Cibril (A.S.) Allâh’dan Resûlullâh’a selâm getirdi:
“Benim karşımda torunlarını öper değil mi? İzzetim, Celâlim hakkı için birini zehirle, birini de boynundan şehit edeceğim.” buyurdu.
3- “Ey mü’min, senin taatın (ibadetin) Allâh’a bir menfaat, maasiyetin (günah ve kusurun) de O’na zarar vermez. O’nun emrinin ve nehyinin sana menfaatı vardır.”
Allâh’ın izzetini (Celal ve Cemal sıfatlarının bütününü) senin taatın artırmaz. Allâh’dan yüz çevirmen de onun izzetinden bir şey noksanlaştırmaz. Allâh’ın emirlerini tutup nehiylerinden sakınmaklığın. Sana menfaat sağlar.
4- “Allâh’a vuslat cismin cisme vuslatı gibi değildir. Bir kimsenin Allâh’ın birliğine, kudret, kuvvet ve azametine kalbiyle inanıp bilmesi, onun kalbinde ilim peyda eder. Buna müşâhede derler ki, bu da kalp gözüyle görmektir.”
Müşahede, ilm-i yakîndir. Bu bir tecelli ilâhidir.
Bazı kullar da Allâh’ın fiilleri tecelli ederek meydana getirir. Buna “müşahede-i ef’al (fiillerin görünmesi) denir. Tecelli-i ef’al’deher fiili Allâh’dan görürsün (tokadı vuranla, ekmeği vereni bir görürsün).
Ortada bir tek fiil vardır. Bu da kâinat olup, Allâh’ın ilminin aynıdır, kudretinin aynıdır. Allâh bu dünyayı yaratmak istedi, bunun için derhal Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ruhunu halk etti. Ondan bütün mevcudâtı (varlıkları) yarattı. İşte bu”Tecelli-i ef’âl” ile kâimdir.
Tecelli-i ef’â’den sonra, “Tecelli-i Sıfât“, bundan sonra da “Tecelli-i Zât” gelir. Tecelli-i Zât durumunda, sıfât’ı Zât’tan ayırarak, “Zât” kalıyor. Bu durumda bütün eşyayı ve kendini görmüyor, yalnız Zât’ı İlâhî’yi görüyorsun. Aşkın fazlalaşıyor ve letâfet kesbederek, balon gibi hafifleyerek, uçacak gibi oluyorsun. Sonucu Allâh’a vuslat, Allâh’a ilim peyda etmekle noktalanıyor. Çünkü cisim, Allâh’ın letâfetine eremez.
VUSLAT:
a- Ef’al-i ilâhî’nin tecellisi:
“Lâ fâile illâllâh”
b- Sıfat’ı ilâhî’nin tecellisi:
“Lâ mavsûfe illâllâh”: Her şeyde Allâh’ı görmek ve bilmek. Sıfat sahibinin ancak Allâh olduğu idrakine varmak.
c- Tecelli Zât
Tam bir fenâ makamı olup, “Lâ Mevcûde illâllâh” İşte vuslat böyle olur. Bir kulun diğer bir kula vasıl olması gibi olmaz.
Cüneyd-i Bağdâdi (k.s.) hazretleri buyuruyor ki: “Allâh’ın sana yakîn olduğunu bilmen, Allâh’a vuslattır. Bu vuslat bir cismin, bir cisme birleşmesi gibi değildir.“
Birşey kendine benzeyen ile birleşir. İki ayrı şey birbirine birleşmez. Madde madde ile, lâtif lâtif ile birleşir. Madde lâtif ile birleşemez. Bunun gibi, insan lâtif olmayınca, Allâh ile birleşemez. Lâtifin lâtifi olan Allâh’a benzemeyen nasıl olur da Allâh ile birleşebilir? Fakat Allâh (C.C), Tecelli-i ef’al ile tecelli edince ve karşısında zuhur eden bütün fiillerin Allâh’dan olduğunu bilir. Bu biliş ef’âl (fiiler) bakımından Allâh’a vuslattır.
Senin Allâh’a vuslatın, onu müşahede etmen ve onun sana yakînolduğunu bilmendir.
Allâh’a hakîki olarak yaklaşmak, Allâh’ın sana yakîn olduğunu bilmendir.
Bir ayet-i celilede buyuruluyor: “Kullarım sana (Habîbim) beni sorunca(haber ver ki) işte ben muhakkak yakînimdir. Bana duâ edince, ben o duâ edenin dâvetine icâbet ederim. O halde onlar benim dâvetime (itaatla) icâbet ve bana îman (da devam) etsinler. Tâ ki (o sayede) doğru yola ulaşmış olurlar.” (Bakara:186).
Bu âyetten anlaşılıyor ki; Allâh (C.C.) sana yakîndir. Allâh’ın sana yakîn olduğunu bilmen de, ona hakiki yaklaşmış olmaktır.
Allâh’ın sana yakın olduğunu bilmen ve Allâh’ın heybetini murâkabe etmen, sende gerçek terbiyeyi uyandırır. İşte senin terbiyeli oluşun ve Allâh’ın sana yakîn olduğunu bilmen de, senin Allâh’a vâsıl olduğunu gösterir.
Nitekim, bir ayette: “Ben kulumun vevesesini bilirim. Zirâ ben ona şah damarından daha yakînim.” diye buyuruyor.
5- Hak’tan vâridat (Hakîkat) geldiği vakit sen onun Allâh’dan geldiğini bilip, Allâh’a yakînlaşacağını anlaman lazımdır.”
Vâridat (Rahmânî marifetler, ruhani lütuflar) kalbe gelince sende Hakk’a (Allâh’a) karşı dönüş olur. Kalbine vâridatın gelişinin alameti senin edepli hale sahip olmandır. Senin edepli oluşun, sana gelen vâridatın sende beliren semeresidir. Bu semerenin sende zuhurundan dolayı Allâh’a çok şükret. Hasıl olmazsa üzülme, iste ve yalvar. Kalbine gelen vâridatın semeresiyle oyalanma, daima iste. Vâridât gelmeyince de taat ve itaatı (namaz ve bezeri amelleri) terketme. Eğer terkedersen, sen bir hal için ibadet etmiş olursun. Halbuki, bütün ibadet ve zikirler Allâh için yapılır. Zikir ve ibadetle hal gelmiyor diye üzülme. Ne mutlu ki Allâh seni huzuruna alıyor ve zikrettiriyor. Bekle ve sabret. Seni huzurunda tutan Allâh elbette bir gün kapıyı açar. İlâhi vâridât sana gelmekle sen Allâhu Tealâ’nın azametini görerek, varlığını görmekten yani enâniyetten (benlikten) kurtarılmış olursun.
6- “Allâh’a vâsıl olan insanı, her şey Allâh’a çeker. Eğer Allâh’dan ayrı olursak, hiçbir şey bizi Allâh’a çekemez.”
Ey Mü’min, kalbinde açıklık istemen Allâh’ı bulamadığının ve bilemediğinin alâmetidir. Allâh’ın mâsivasından korkman Hakk’ı bulamayışındandır. Çünkü her şey Allâh ile kâimdir.
Ayette şöyle buyuruluyor: “Mü’minler, Allâh’ın dostları olup, onlar için hiç korku yoktur.”
7- “Dünya işlerinin bidâyeti (başlangıcı) tatlı gelir; Fakat pek çok sevinme. Her ne kadar zahir ve bidayeti cazip ise de, bir son bulacağı için başlangıcına aldanma. Eğer gönlün dünyaya bağlanmıyorsa üzülme, sevin. Zira gönül Allâh’ın nazargâhıdır.”
Dünyaya muhabbet eden akıllı olmayıp, gafil kimsedir. Zira akıllı kişi dünyadan kaçar. Böyle kimseler dünyanın üzerine düşmeyip, aksine ondan uzaklaşırlar. Yani dünyayı kalbine koymaz. Bu demek değildir ki;çalışmaz. Hayır mü’min çalışır, fakat dünya üzerine düşüp, kendinde hırs peyda etmez. Her işte olduğu gibi çalışmasını da Allâh için yapar. Zaten İslam nazarında çalışmak bir nafile ibadettir. Eğer çalışmanı Allâh için yaparsan, bu bir ibadet olur. Eğer para kazanıp zengin olmak için yaparsan, bu da ticaret olur. Böyle hallerde, insanda hırs ve dünyayı kalbine koyma hali hasıl olur.
Dünyaya bağlanmak çiğ et yemek gibidir.
Dünya muhabbeti en büyük belaların, kaçınmak da iyiliklerin başıdır.
Dünya yedi şeye benzer:
1- Deniz Suyu: Susuzluğu gidermez, aksine arttırır ve zararlıdır.
2- Bulut Gölgesi: Bulut gidince gölgesi kalmaz. Yani sana daimi gölgelik yapamaz.
3- Yağmursuz Şimşek.
4- Yağ Bulutu.
5- Bahar Çiçeği.
6- Rüya: Daimi olmayıp, uyanınca yok olur.
7- Zehirli Bal: tatlı, fakat öldürücüdür.
Bu yedi vasıf, ancak dünyada vardır. Dünya cin taifesi gibidir; Onunla gidersen mahvolursun, kaçarsan kurtulursun.
Dünyadan çekinmek ilimle mümkündür. İlmi de sabır doğurur. Sabırla gayret ve ibadet de tefekkür zuhur eder.
Allâh dünyayı her fenalığın, acıların, bela ve musibetlerin kaynağı ve mekanı kıldı. Allâh’ın böyle yapışı, kullarının dünyaya bel bağlamamaları içindir. Allâh kullarını dünyadan çekmek için dünyayı böyle yaptı ki, ona olan meyilleri kesilsin ve Allâh’a yönelsin.
Şair der ki: “Gamımın en şiddetlisi sevinçtedir.“
Gecenin gündüzü takip ettiği gibi, sevinci de bela takip eder. Belanın gelişi sevincin geleceğinin alametidir. Sevinç de belanın geleceğinin alametidir. Sevince bel bağlama, zira arkasından bela gelecek demektir. Asıl maksat bela ve sevinçlerde hep Allâh’ı görmektir. Allâh bunların hepsini kendini bildirmek için hâlk etmiştir. Dünyayı yaratması da bunlardan ileri gelir.
Kulun dünyada üç hissesi vardır.
1- Bela hissesi,
2- Musibet hissesi,
3- Ölüm hissesi.
Hz. Ali (K.V.) hazretleri buyuruyor ki: “Yâ Selmân, dünya yumuşak bir yılana benzer. Yumuşaktır ama zehirli olduğu için öldürür. Dünyada seni aldatacak her şeyden kaçın. Zira her şeyin bir ayrılığı vardır.“
Dünya fanidir. Ahiret yurdu bâkidir. Allâh’ın emirlerine anlamayanlara, Allâh dünyanın belalarını (ki bunlar zevk gibi olurlar) tattırır. Böyle olmakla beraber, dünya ârifin cennetidir. Zira âhiret de burada kazanılıyor.
8- “Evliyâullah’ın ibâreleri (sembolleri) makam sahiblerinin sözleri, ruhumuz için birer gıdadır. Bu ibareler, müridlerin ihtiyacı için, Allâh’ın ilminden alınır ve ehline verilirler.”
Bu gıdalar, ayrı ayrı olup, saliklerin derecelerine göre verirler. Her söz, dinleyiciler tarafından başka başka manalarda anlaşılır.
9- “Kimsenin malına elini uzatma ve kimseden isteme. Hak’tan başka veren olmadığını unutup da elini hiçbir kimseye uzatma ve isteme.”
Kul’un rızkı da iki türlüdür:
1- Sebepli rızık: Bu rızık şeri’ata uygun olarak alınır.
2- Sebepsiz rızık: Bu her şeyi yok görüp, Hakk’ı var bilerek, Hak’tan alıp, yine Hakk’a vermektir. Şeriatte icap ederse istenebilir.Tarikatta istemek yoktur. Çünkü ehl-i târik mutlak verenin Allâh olduğunu bilirler, istemeyip sabrederler.
Güneşe bakıp da gözlerimizi eşyaya çevirdiğimiz zaman, eşyayı göremeyiz. İşte Hak âşıkları da Hakk aşkı ile dolu olduklarından, Hak’tan başka bir şey görmezler. Dâima Hak ile alış-veriş yaparlar.
Dâima nefsin istediğinden kaçınmalı, onu almamalı, istemeden geleni almalıdır.
Efendimiz (s.a.v.) çeşitli hadislerinde şöyle buyuruyor: “Dostlarından biri senin ihtiyacın olanıummadığın anda gönderirse, sen de kabul et.”
“İstemeden ve beklemediğin bir an da gelen rızkı al. İhtiyacın yoksa ihtiyacı olana ver.”
“Resûlullâh bana bir şey vermişti. Ben de daha muhtaca verilmesini ricâ ettim. Resûlullâh buyurdu ki: “Sen bunu al, malını arttırmış olursun, yahut tasadduk et.”
(Hz. Ömer (r.a.) rivayet ediyor.)
“Kimseden bir şey istenmez. Fakat beklemeden gelirse alınır. Nefsinin isteği peşinde gidip de kimseden bir şey isteme.”
Ayet-i Kerimede buyuruluyor: “Siz İbrahim meşreb olunuz.”
İbrahim aleyhisselâmateşe atılırken her şeyden geçmiş olup, Allâh’dan başkasından hiçbir şey istemedi. Şöyle ki; İbrahim aleyhisselâm ateşe atılırken Allâh Cebrail aleyhisselâmı gönderdi. Cebrail aleyhisselâm da Hz. İbrahim’e yardıma geldiğini söyledi. İbrahim aleyhisselâm da: “Sende benim gibi bir mahluksun; sana ihtiyacım yoktur.” dedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm: “Allâh’dan iste” dedi. İbrahim aleyhisselâm ise: “Hâlimi görüp bilen Allâh’a hâlimi arz etmekten edep duyarım.” dedi.
Arif-i billâh olan kimse Allâh’a hacetini söylemekten haya eder. Çünkü Allâh’ın takdir ettiğini istemeden vereceğini bilir.
10- “İki iş vardır ki, ikisi de hayırdır ve ikisini de yapman lazımdır: Mânevi olan bu iki iş içinde, hangisi nefsine ağır geliyorsa onu yapmakdır. Çünkü nefis, hayır ve zor olanı sevmez.”
11- “Hakîki mârifet sâhibi (ârif), ihtiyacını hiç kimseye bildirmez, açmaz. Allâh’a bile açmaktan utanır.”
Onlar: “Allâh benim her şeyimi bilir ve Allâh’lığı icâbı ihtiyacımı verir, istememe lüzum yok.” derler. Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselâm gibi hareket ederler. Fakat Kur’an’da Allâh’ın “isteyin” emri vardır. İstenirse, “Allâh” isteyin diye emrettiği için istenir. Versin veya verecek diye istenmez.
12- “Nafilelere koşup, farz ve vacipleri geri bırakmak hevâya ve nefse uymanın alâmetleridir.”
13- “Yüce Allâh, kulunun her vakitte hazır bulunması ve sonra yapayım dememesi için, namazı vakte tâbi kılmıştır. Aynı zamanda kulum sonra yaparım demesin diye Allâh her namaz arasında 2-3 saat bıraktı. Namazı vaktinde edâ etsin diye sık yapmadı, aralarında zaman bıraktı.”
14- “Allâh kullarını, kendi emirlerini ifâ etmekte biraz tembelci hareket edeceklerini bildiği için, emirlerini kulları üzerine farz ve vâcip kıldı. Allâh bu farz ve vâciplerle kullarını zincirle cennete çekmiş bulunuyor.”
15- “Gaflet dünyasına batmış, şehvete müstağrak olmuş kimse bu halden Allâh beni kurtarır mı? Çünkü her cihetten batmış bir adamım diye ümit keserse Allâh’ın her şeye şâmil olan kudret-i ilâhisini âciz bulmuş olur.”
“Allâh her şeye kadirdir.”
Bazen olur ki,gaflet kuvvetleri seni istila etmiş olur. Bu halde iken dahî, sen ümit kesme. Her nûrun karşısında bir zulmet vardır. Karanlıklar olmayınca nûrun kıymeti anlaşılmaz. Karanlık gelince ümit kesme. Allâh lütfedip nûra erişince de Allâh’a şükret. Şükreder, nimetin kıymetini takdir edersen, nimetin artar. Şükretmezsen, zulmet gelir. Bir kimse nimetinin kıymetini, ancak nimet elden çıkınca anlar.
Ebu Hureyye Hz. Rivâyet ediyor:
Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey ümmetim, dâima her hususta kendinizden aşağısına bakın, yukarı bakmayın. Bu, elinizdeki nimete tâzim demektir.“