Risaleler

Tarikatta Rabıta (Aynü’l-Hakîka fî Râbitati’t-Tarîka)

Aynü’l-Hakîka fî Râbitati’t-Tarîka (Tarikatte râbıta, hakikatin ta kendisidir)

Mehmed Fevzî Efendi (Eski Edirne Müftüsü) ‘nin, râbıtayı inkâr eden Seyyid Hoca’ya cevâben yazdığı risâle

Müellifin Kısa Hâl Tercemesi

Müellif, el-Hâc Mehmed Fezvî b. Ahmed (rh.), eski Edirne müftülerinden âlim, ârif, fâzıl bir zâttır.

Hicrî 1242’de (M. 1826) Tavas’a bağlı Yârangüme kasabasında dünyaya gelmiştir.

İstanbul, Edirne ve daha bir çok büyük İslâm beldelerinde ikâmet etmiş ve Hicrî 1318 (M. 1901) yılında 76 yaşında iken İstanbul’da vefat etmiştir. Na‘ş-ı şerîfi Fâtih Câmii hazîresinde medfûndur.

Mehmed Fevzî Efendi çok çalışkan bir âlimdi… Tefsir ve diğer ilimlere dair altmıştan fazla eseri vardır. Tefsirleri bazı sûrelere aittir… Bunlar; kimi kısa, kimileri de uzunca te’lif edilmiş eserlerdir.

Arapça-Farsça ve Türkçe yazılmış bir kısım manzûmeleri de vardır.
Eserlerinden bazılarının bir listesi, “Hakîkatü’l-Hürriyet” isimli kitabının sonunda mezkûrdür.

Mehmed Fevzî Efendi, evvela Hâdimî Saîd Efendi’den, sonra da Manisa müftüsü Evliyâzâde Ali Rıza Efendi’den ilim tahsil etmiştir.

Hicrî 1256 Ramazanı’nda İzmir’de, 1257 Ramazanı’nda İskenderiye’de tefsir okutmuştur.

Yine 1257 senesinde Hicaz’a gidip, 1259 yılına kadar Mekke-i Mükerreme’de mücâvir kalmış, yani kendini o mübârek beldenin hizmetine adamış; Ka‘be-i Muazzama’da Rükn-i Yemâni karşısında Arapça tefsîr-i şerif dersleri vermiş ve Aliyyü’l-Kârî’nin (rh.) “Menâsikü’l-Hacc”ını da Türkçe olarak okutmuştur.

Daha sonra Manisa’ya dönerek müteaddit ilimlerden icâzet almıştır.

1263 yılında ise Edirne’ye gidip, orada yirmi sene ikâmet ederek, o güne kadar tahsil etmiş olduğu ilimleri tâliplere okutup öğretmekle meşgul olmuştur. Bu esnada iki defa icâzet vermiş, orada kaldığı süre içerisinde üç medrese te’sis etmiş ve bir müddet şehrin müftülüğünü de yapmıştır.

Sonra müftülükten istifa ederek İstanbul’a gelmiş, vefâtına kadar da burada ikâmet etmiştir.(1) (Rahmetüllâhi aleyhi ve aleyhim ecmaîn.)

Müellifin Önsözü

İnsanları sırât-ı müstakîme (doğru yola) dâvet edenden râzî ve celîl(2) olan Allâh’a hamdolsun.

Topyekûn insanları ve cinleri İslâm’a dâvet eden ve melik-i cemîl(3) olan Peygamber’e salât ve selâm olsun.

Kezâ onun, insanları hidâyet yoluna dâvet eden âl ve ashâbı üzerine de salât ve selâm olsun.

Nakşibendî Tarîkatı mensupları arasında, âdetâ Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i(4) gibi olan, kusurlarla dolu el-Hâc Mehmed Fevzî… Kutlu ve mutlu şehir Edirne’de müderris bulunduğum esnâda, ziyaret maksadiyle Filibe(5)ye gitmek için, gayet çevik ve cevval bir at ile yola çıktım…

Şehre varır varmaz, Şihâbüddîn Veli Paşa (aleyhirrahme) hazretlerinin medreselerine uğradım. Orada müderrislik yapan, Nakşibendî yolunun büyüklerinden; cennete giden yolu gösteren, kalblere bolca feyz ve nûr ekip saçan, Hak yolunun yolcusu ve kerâmetler sahibi üstâz el-Hâc Ali hocaefendimiz hazretlerinin irşâda vesîle olan ayaklarının tozu ile kendimi süsledim…

Âlimlerin ekserisi, Naşibendî Tarîkatı’nı en emîn, en kuvvetli ve en sağlam bir kale (sığınak) kabul ederler… Ve o yolun büyüklerine intisap ederek, kendilerini muhâfaza altına alırlar.

Gerek Nakşibendî Tarîkatı’nda ve gerekse diğer bütün tarîkatlarda râbıta-i şerife, zikir âdâbının başı ve feyz alabilmenin menşei-kaynağı kabul edilir.
Hakîkat böyle iken, [nûr-i İlâhî’den ve feyz-i Muhammedî’den nasipsiz] birisi, yazdığı risâlede, râbıta-i şerifeye “pis put”, râbıta ehline de “putperest” ve “müşrik” diyerek hezeyanlarda bulunuyor.

Allah Teâlâ o kitabı ve bilhassa bu hezeyanların geçtiği sayfaları kimseye göstermesin.

Bu fakîr; insanların en câhili ve en günahkârıyım… Hasta bir akla sahibim. Bu itibarla râbıta-i şerife gibi ince mevzûları kavrayamam.

Ancak şu apaçık meseleyi de bilmeyecek kadar ahmak değilim. Zira insaf sahibi olan her insan; tevhid, zikir ve râbıta ehlini küfürle itham etmenin ne derece büyük bir hatâ olduğunu bilir. Çünkü bu mesele; “Ezheru min şemsi’s-semâi fî vakti’d-duhâ (Kuşluk vaktinde gökteki güneşten daha açık)”tır.

Lâkin herkesçe bilindiği gibi, bazı mevzûların gerek şiir, gerekse nesir hâlinde yaldızlı sözlerle ifade edilmesi, onu okuyan ve meselenin hakikatini bilmeyen insanları aldatabilir. Nitekim meşhur sözdür:

“el-Avâm, ke’l-hevâm, yüncerrûne bi şi‘irin vâhid.”

Mânâsı: Halk, böcekler gibidir, bir şiirle (hoş ve tatlı, güzel ve yaldızlı bir sözle istenilen yöne) çekilip götürülürler.

Bu itibarla Nakşibendî büyüklerinin rûhâniyetlerinden feyz alarak, yardım dileyerek, o bozuk risâleye cevap mâhiyetindeki bu risâleciği kaleme almaya cesaret eyledim.

Risâlenin ismini de “Aynü’l-Hakîka fî Râbıtati’t-Tarîka (Tarîkattaki râbıta, hakikatin ta kendisi)” koydum.

Âcizâne temennim odur ki; halk, o sapık risâleyi okuyup da, Müslümanları küfürle itham etmesinler… Çünkü, Allah korusun, aksi takdirde kendileri kâfir olur!

Doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ’dır.

İslâm Dîni Dünyevî ve Uhrevî Menfaatlere Vesîledir

“Hamd, Allâh’a mahsustur. O; şerîatini, dünyevî ve uhrevî menfaatlerin temini için bir vesîle kıldı.”

Evet, tevhîd ehline kâfir diyen o zâtın, bu şekilde hamdetmesi doğrudur. Böyle inanılması lâzımdır. İnkâr eden veya aksi inançta bulunan şüphesiz ki küfre düşer. Zira Şerîat-i Muhammediye’nin dünyevî ve uhrevî menfaatlere vesîle olduğu, aklî ve naklî delillerle sâbittir.

Şerîatte Gizli ve Açık Şirkler Açıklanmıştır

“Salât ve selâm; şerîati beyan ederek ümmetini açık ve gizli bütün şirklerden temizleyen, Allâh’ın Resûlü Muhammed Mustafâ üzerine olsun.”

Eğer ki maksadı; hâce-i âlem(6) Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz hazretleri, şerîat-i garrâ-i zehrâ-i Muhammediye(7)sinde, “Allâh’ın Zât ve sıfatlarında eşi ve benzeri olduğunu söylemek küfürdür, ibâdet ve tâatta riyâkârlık en büyük kabahat ve gizli şirktir” diye beyan buyurarak, ümmet-i merhûmeyi (rahmete mazhar olmuş bu ümmeti) temizledi, demek ise; bu üslûp ile Resûlüllah Efendimiz üzerine salât ve selâm etmesi münâsiptir.
Ama şayet gizli şirkten murâdı; ihlâs sahibi bir mürîdin, mürşid-i kâmil olan şeyhine râbıta yapması ve o şeyhi, Allâh’ı zikre, ma‘rifet-i İlâhiye’yi tahsîle güzel bir vesîle ve sebep kabul etmesi ise, Resûl-i Ekrem ve Hâdî-i Ümem (s.a.v.) Efendimiz hazretlerine iftirâ ve bühtan etmiş olur.
Zira Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), şerîat-ı mutahharesini tebliğ ve beyan ederken, yüce haklarında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“O, hevâdan da (nefsinin arzularına göre de) konuşmuyor. O(nun konuşması) ancak bir vahiydir; (başka türlü söylenmez o, yalnız) vahyolunur.”(8)

Binâenaleyh o, Allah Teâlâ’nın emirleri hilâfına, zerre kadar, hatta zerreden daha da az hiçbir bir söz söylememiştir.

İşte Cenâb-ı Hak, bu mübârek kelâmı ile bu hususa bizzat şehâdet ediyor.
Buna rağmen mürîdi, şeyhine olan râbıtasından men‘etmeye çalışmak, Allah Teâlâ’nın, “Ona (yaklaşmaya) vesîle arayın” kavl-i şerifine muhâlefet etmektir. [Zira Cenâb-ı Kibriyâ, bizzat geliniz buyurmuyor; vesîle ile yaklaşmamızı emrediyor… Böylece, vâsıtasız vuslatın mümkün olmadığı, bunun sünnet-i İlâhî’ye yani âdetullâh’a, İlâhî kanunlara aykırı bulunduğu tezâhür etmiş oluyor.]

İnsanı Allâh’a götüren en efdâl vesîle ve vâsıtalar da, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ve onun vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerdir.
Binâenaleyh râbıtaya karşı olmak, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek mânâsını ifade eder

Ashâb-ı Kirâm Bid‘atlere Uymaktan Elbette ki Münezzehtirler

“Ve yine salât ü selâm; Güneş’ten daha parlak olan dînin, aslında olmayan bid‘atlere uymaktan münezzeh bulunan o Resûl’ün âl ve ashâbı üzerine olsun.”

Gene burada da, “bid‘atler”den maksadı; Resûlüllah’tan (s.a.v.) bu yana yapılagelen, bid‘atle uzaktan ve yakından hiçbir alâka ve münâsebeti bulunmayan râbıta-i şerife ise, iki yönden hatâ etmiş olur:

  1. Her şeyden evvel râbıta-i şerifeyi bid‘at kabul etmesi büyük hatadır! Zira râbıta-i şerife, ihlâs sahibi müridlerin ma‘rifet-i İlâhiye’yi tahsil için, kâmil bir şeyhin rûhâniyetinden feyz almasıdır. Ve o şeyhin de mürîde, rûhânî imdat ve nûrânî tasarruf eylemesidir. Bunun böyle olduğu ise, tefsir ve hadis kitaplarında yazılıdır…

Bidâyetten (başlangıçtan) beri devam eden bu hâl, bid‘at olamaz. Nitekim Hz. Yûsuf’un (aleyhi’s-selâmü’l-melikü’l-münezzehi ani’-l-âlâmi ve’t-te’essüf) yüce haklarında, “… Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı…”(9) buyruluyor.

Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Allâme Zemahşerî şunları naklediyor:
Yûsuf aleyhisselâm, kendilerini tahzir (sakındırma) sadedinde, müennes zamîri Züleyhâ’ya râci olarak “iyyâke ve iyyâhâ” diye bir ses işitti. Fakat îtimat edemedi…

İkinci defa işitti, yine îtimat edemedi.

Üçüncü defa aynı sesi gene duydu; fakat bu sefer de îtimat edemedi.

Daha sonra babası Hz. Yâkub’un (a.s.) mübârek sûretini gördü.

Diğer bir rivâyette de, Hz. Yâkub’un mübârek parmaklarının ucunu ağzına aldı.

Başka bir rivâyette ise, Yâkub (a.s.) şerefli elleriyle Yûsuf’un (a.s.) kalblerinin üzerine vurarak zuhûr eyledi… Ve Hz. Yûsuf’a mürşidlik yaparak, nûrânî imdat ve rûhânî tasarruf buyurmuş oldular.(10)

  1. O bozuk niyeti üzere, ashâb-ı güzîne (aleyhimü’r-rıdvân) iftirâ etmiş olur.

Zira râbıta-i şerife denilen şey; diğer bir mânâ ile, evvela şeyh-i kâmilde “fenâ fi’l-vesîle” mertebesine, sonra da o fenâ fi’l-vesîle sebebiyle “fenâ fillâh” mertebesine vâsıl olmaktır. Bu ise, ashâb-ı kirâm (rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının hepsinde vâkîdir.

Çünkü öyle olmamış olsa, kelâm kitaplarında, “es-Sahâbiyyü men rae’n-Nebiyye ve âmene bih (Sahâbî, Peygamberi gören ve ona iman eden kişidir)” denilerek yapılan bu târif, onların hâllerine münâsip düşmez ve doğru olmazdı.

Nitekim Tercümânü’l-Kur’ân Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) bir gece rüyalarında, erkek ve kadın bütün mü’minlerin anneleri olan, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in zevcelerinden (r.anhünne) birini, iffetlerinin sığınağı olan şerefli hânelerinde ziyaret ediyorlar…

Resûl-i Ekrem’in o pâk zevceleri, Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek ve şerefli aynalarını çıkarıp Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) hazretlerine veriyorlar.

İbn Abbas hazretleri ise o aynada, kendi sûret ve heyûlâsını görmeyip, âdete muhâlif olarak, ma‘rifetullah aynası olan Peygamber-i zîşân (s.a.v.) Efendimiz’in nurlu cemâllerini görüyorlar.

İşte bu hâl, fenâ fi’l-vesîle mertebesinin sırrıdır.

Bakınız şimdi; ashâb-ı kirâmda râbıta varmıymış, yokmuymuş?!
Bu bahsi daha genişçe okuyup anlamak isteyenler, İmâm Süyûtî’nin (rh.) “Tenvîrü’l-Felek fî Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek” isimli risâlesini ve İbn Hacer-i Askalânî’nin (rh.) “Şerhu Şemâil”inin sonunu mütâlaa etsinler.(11)

Hak Din İslâm’dır

“Bundan sonra, Kur’an’dan alarak; ‘Allah indinde hak din, İslâm’dır.’(12) ‘Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) aslâ kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.’(13) ‘İnsanlardan bazısı da Allah’tan başkasını (ona) eşler ve benzerler edinir; onları, Allâh’ı sever gibi severler.’(14) ‘Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh’a döner.”(15)

Evet, Allâhü zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri İlâhî kelâmında sâdıktır. Hakîkaten bir insan, İslâm’ın dışında başka bir din kabul edecek olsa, âhiret gününde en büyük zarar ve ziyâna uğrayanlardan olur! Yine bunun gibi, Cenâb-ı Mevlâ-yi Müteâl’den başka, bir takım şeyleri putlaştırıp, onlara, Hz. Allâh’a muhabbet ettiği gibi muhabbet ve itâat ederse, bu hareketi, Allâh’ı inkâr olacağından, kâfir olur. Bunda aslâ şüphe ve hilâf yoktur.

Ancak bu zâtın, işbu âyet-i kerimeleri burada zikretmekteki maksadı; hakîkatı söylemek değildir.(16) Zira râbıta-i şerife, İslâm’ın dışında ve ondan başka bir şey değildir. Çünkü İslâm; kalb ile tasdik, dil ile ikrar, îcap ve iktizâsınca İlâhî emirlere imtisâl ve nehiylerinden de ictinap etmek (kaçınmak)tir.

Bu ise Allâh’a dâvet eden, ona vuslata vesîle olan mürşid-i kâmile râbıta yapan ihlâslı bir müridte, mükemmel bir şekilde hâsıl olur. Bunun böyle olduğu; İlâhî hidâyet aynasına, ince ve dikkatli bir nazarla bakan ma‘rifet ehline açıktır.

Yine bunun gibi, râbıta-i şerife “endâddan ma‘dûde” yani resim ve sembollerden hareketle, muayyen ve belli bir şeye kurulan bir irtibat da değildir.

Endâd; timsaller, sûretler, resimler ve semboller demektir. Binâenaleyh râbıta-i şerife, cahiliyye devri insanlarının yaptıkları gibi, resimleri ve putları vâsıta kabul ederek yapılan bir ibâdet şekli de değildir. Zira bütün mü’minler bilirler ki, insanların kendi elleri ile yaptıkları sembollerin, onlara tapanlara; ne bir faydası, ne de bir zararı dokunur.

Nitekim Cenâb-ı Hak, insanları; ağaç ve benzeri maddelerden yapıp tapındıkları heykeller için, “O putların yürüyecek ayakları mı vardır?”(17) diye îkaz buyurarak, onlardan fayda ve zarar gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.

Kezâ, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Mevlâmız, kendi zâtı ile alâkalı olarak da şöyle buyuruyor: “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.(18) Hiçbir şey onun dengi (ve benzeri) değildir.(19) Onu gözler idrâk etmez (kavrayıp ihâta edemez, kuşatamaz), gözleri o idrâk eder (hepsini ihâta eder, görür, bilir).”(20)
Zâtını, kendi kelâmiyle bu şekilde tavsif eden Cenâb-ı Hak, mutlak ve tek mâbuddur. Bu itibarla, onun zâtından başka şeylere ibâdet eden kâfirlerin, ibâdetleri bâtıldır, boşunadır… Allâh’ın nûrundan nasipleri kesilmiş, perişan bir haldedirler!

Yoksa, –hâşâ sümme hâşâ(21)– mürşid-i kâmillere râbıta yapan zâkirler, muvahhidler, âşıklar ve sâdıklar, Hz. Allah’ta fenâ-i küllî bulmak için, temsilleri vâsıta kabul etmemişlerdir.

Şayet, belki kabul etmişlerdir, diye bozuk ve sakat bir iddiâ ile ortaya çıkan olursa, o ya gâfil ya da hâindir… Dolayısiyle, “Kim bir Müslümanı tekfîr ederse (küfürle itham edip ona kâfir derse), mutlaka kendisi kâfir olur” hükmünün altına girmiş olur.

Bid‘atler ve Devirlerin Hayırlısı

“Hadis-i şeriflerden alarak; İşlerin kötüsü, sonradan ortaya çıkan şeylerdir. Dînin aslında olmayıp, sonradan meydana gelen her şey bid‘attir. Her bid‘at ise sapıklıktır. Hz. Allah; bid‘at sahibinin orucunu, haccını, ömresini, cihâdını, nâfilelerini ve tevbesini kabul etmez. Hamurdan kılın çıktığı gibi İslâm’dan çıkar. Devirlerin hayırlısı benim devrimdir. Yani, benim içerisinde yaşayıp bulunduğum zamandır. Ondan sonra, benim zamanıma yakın olan devirlerdir. Daha sonra ‘kizb (yalan)’ yayılır ki, onlara îtimat etmeyin.”

Evet; Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, kavl-i şerîf-i Muhammedî’lerinde sâdıktır, o doğruyu söylemiştir. Lâkin bid‘at ehlinden murad; kelâm kitaplarında gayet genişçe anlatılan sapık fırkalardır. Yoksa, tarîkat-i Muhammediye ehli, bid‘at ehli değildir. Aslâ “tarîkat ehli, zikir ehli olduğundan dolayı bid‘at ehlinden sayılırlar” da denilemez. Zira zikir, âyet ve hadislerle me’mûrun bih olan yani yapılması emredilen bir keyfiyettir. Bu münâsebetle zikir, kat‘iyyen bid‘at olamaz.

Ve eğer, “râbıta ehli olduklarından dolayı bid‘at ehlindendirler” denilecek olursa, o da büyük hatâdır. Çünkü râbıta-i şerife de, yine zikir gibi âyet, hadis, âsâr (eserlerde) ve ehlüllâhın icmâı ile sâbittir. Binâenaleyh, râbıta-i şerife de bid‘at değildir.

Yine, zamanların en hayırlısı Resûlüllâh’ın (s.a.v.) zamanı olduğuna göre, onun zamanındakilerin de tamâmının râbıta ehli oldukları güneşten bir zerre, deryâdan bir damla misâli açıklandı.

“Kizb”ten murad ise, bid‘at ehlinin sözleridir… Deccâl’in fitnesidir. Yoksa Allâhü zû’l-Celâl’in kullarına, ma‘rifet-i İlâhiye’nin yolunu gösteren, mîzân-ı kulûbten müridlerin mecrâ-yı kulûbüne (mürşidlerin kendi kalblerinden müridlerin kalbine), zevki tadanlarca mâlum olan feyz-i İlâhî’yi akıtan mürşid-i kâmili vesîle edinmek ve ona sâdık bir şekilde râbıta yapmak “kizb (yalan)” değildir.

Bir Şeyin En Büyük Rüknünü İnkâr Etmek, O Şeyin Tamamını İnkârdır

“Ey kardeşim! Tarîkat, hakîkat ve ma‘rifete dahlolunmaz (müdâhale edilmez, karışılmaz). Bu fakîrin girdiği tarîkatta, feyzin menşei kabul edilen ve ismine râbıta denilen hâl; puttur, şeytânîdir… Şerîata aykırı ve şirk denilecek bir husustur.”

Bu zâtın tarîkata karışılmaz deyip, (sonra da edepsizce) râbıta-i şerifeye dil uzatması, aynen, târikat-hakîkat ve ma‘rifeti inkârdır.

Zira bir şeyin, “Mâ yetümmü bihi’ş-şey”i yani tamamlayıcı cüz’ü-parçası olan en büyük rüknünü-esâsını inkâr etmek, o şeyin diğer rükünlerini de inkâr etmektir.

Meselâ: Mâlum vakitlerde farz olan namaz, hususî rükünlerden ibârettir. Bu itibarla bir kişi, “Namaz inkâr edilemez ama, namaz içindeki kıyâmın aslı yoktur” demiş olsa, bu adam, namazın aslını, yani tamamını inkâr etmiş olur.

Kezâ râbıta-i şerife de, zikir ehli için, namazın kıyâmı gibidir. Zikrin en büyük rüknüdür, özüdür. Bu takdirde râbıtayı inkâr eden, hakîkat ve ma‘rifetin mebde’i (başı-kaynağı) olan âlî tarîkatleri tamamen inkâr edip, bütün ehlüllâhın yüce kapılarından kovulmuş olur!

Sapıtmaktan veya saptırılmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Yine herkesin mâlumudur ki, râbıta-i şerife denilen hâl, “pis put” değildir. Zira pis putlara tapanlar kâfirlerdir. Putlara yapageldikleri ibâdetleri de boş ve faydasızdır… Hem inançları, hem de amelleri bâtıldır. Dünya ve âhirette zarar ve ziyan içerisindedirler!

Nitekim, bu mânevî iflaslarının neticesi olarak, nasıl perişan vaziyete düştükleri, bir çok yerde anlatılmıştır. Bu cümleden olarak, Kâzî Beyzâvî (rh.) hazretlerinin ve diğer bazı müfessirlerin, “Onlar (yani cinler), Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı”(22) âyet-i kerimesinin tefsiri esnasında geniş açıklamalar vardır.

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre; bizden önceki ümmetlerden bazıları ibâdethânelerine, geçmiş peygamberlerin (aleyhimüsselâm) çektikleri zahmetleri, meşakkatleri, çileleri, sıkıntı ve zorlukları… kısacası, karşılaştıkları bütün belâ ve musîbetleri dile getiren ve bunlara rağmen onların, Allah Teâlâ’ya karşı ibâdetlerini nasıl dosdoğru ve eksiksiz bir şekilde yaptıklarını gösteren sûretlerini tasvîr ederler, resimlerini yaparlardı. Dolayısıyla bu resimleri birer ibret tablosu ve Allâh’a kulluk vazifelerini hatırlatan bir vesîle olarak kabul ettiklerini söylerlerdi.
Ancak daha sonra, bazı câhil kimseler bu düşünceyi terk ederek, “Bu resimler kıyâmet gününde bize şefaat etsinler, diye hürmet ve saygı gösteriyoruz; çünkü bunlar, Allah indinde şefâatçidirler” demeye başladılar.

Zamanla cehâlet, daha da şiddetli bir şekilde artarak, birinci ve ikinci mülâhazaların her ikisi de bozuldu. Yani o düşünceler de terkedildi… Resimleri, heykelleri ma‘bûd olarak kabul etmeye başladılar.

Böylece, eşi ve benzeri olmayan, tek ve mutlak ma‘bûd olan Hz. Allâh’a karşı şirklerini açığa vurarak kâfir oldular!

Kâmil bir şeyhe râbıta yapan ihlâslı bir mürid, deli bile olsa, mürşidini ma‘bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman, ona ibâdet ediyorum demez. Şeyhinin, ancak Allâh’a vuslatın keyfiyetini gösteren bir kılavuz olduğuna inanır.

Bu sebeple râbıta ehli putperest olmayıp, bilakis Hüdâperest’tir, Allâh’a kulluk etmektedir. Çünkü, fenâ fillâh makamında olan kâmil bir şeyhe, bir müridin râbıta yapması; farz olan bir vakit namazının edâsında, takvâ sahibi bir zâtı imam kabul ederek ona uyması gibidir. Kılınan namaz, Allah içindir; imam ise, sadece bir vâsıtadır. Nitekim Fâtiha-i şerîfeyi okurken, “Yalnız sana ibâdet eder (kullukta bulunuruz), yalnız senden yardım isteriz” diyerek, bütün ibâdet ve kulluğu Allah Teâlâ’ya tahsîs ediyoruz.
Bilindiği gibi, cemaatle edâ olunan farz namazın sevâbı, kişinin niyetine ve ihlâsına göre, münferiden (tek başına) kıldığı namazın sevâbından çok daha fazladır. “Allah, kime dilerse ona kat-kat verir.”(23)

İşte namazını cemaatle kılan kimse de, Allah Teâlâ’nın dilediği bu kimseler topluluğu cânibine (tarafına) doğru sür‘atle yol alır… Kat-kat ve pek ziyade bir sevâba kavuşur… Huzûr ve huşûa nâil olur.

Binâenaleyh, kâmil bir şeyhe bağlanan râbıta ehli de bunun gibidir. Hatta daha farklı ve daha ulvî dereceler, makamlar elde eder. Ancak, bu bir hâl işi olduğu için, kaal ile anlatılması güçtür. Bununla beraber kısaca bir şeyler söylemek gerekirse şöyle diyebiliriz:

Tunç gibi katılaşıp sertleşen kalb, mürşid-i kâmile olan râbıta ile yumuşar, hamur gibi olur. Rabb’imiz Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin tesellîlerine kavuşur, İlâhî tecelliyâtın ka‘besi hâline gelir.

Kezâ, müridin mürşidine olan râbıtası; hacıların Beytullâh’ı delil ile tavâf etmeleri, Ravza-i Resûlüllâh’ı da delil ile ziyaret etmeleri gibidir.
Çünkü huccâc-i kirâm, “Tûfû bi ehli Mekkete ve zûrû bi ehli’l-Medîne (Mekke ehli ile tavâf ediniz, Medîne ehli ile ziyaret edeniz)” diye emr olunmuşlardır.

Ve yine bu hâl, Elifbâ okuyan bir çocuğun, okumayı öğrenme esnasında, hocasının önünde diz çöküp oturması gibidir.

Şimdi, namaz kılan hakkında imama; Ka‘be’yi tavâf eden, Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabr-i şerifini ziyaret eden hacılar hakkında delile; talebe hakkında da hocaya pis put (!) demek mümkün ve münasip olursa, müridler hakkında da, şeyh-i kâmile (hâşâ) pis put demek mümkün olur!

Halbuki bunu, bugüne kadar –deli de olsa yahut zindanlara tıkılıp işkenceler bile görse– hiçbir kimse söylemedi.

Nakşibendî büyüklerinin (k.s.) rûhâniyetlerinin kahrından korkmadan, ehlüllâh’a iftirâ etmeye yeltenenlerin şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.

“Râbıtanın şeytânî olduğunun aklî alâmeti ise, şeyhe yapılan râbıtada meydana gelen keyfiyetin, İblis aleyhi’l-lâne’ye yapılacak râbıtada da aynen meydana gelmesidir.”

Aman efendim, yazıklar olsun!.. “Özrü kabahatinden büyük”, “Delîli iddiâsından bozuk” sözlerinin mânâsı budur işte…

Çünkü şeytana râbıta, ya onu mürşid kabul etmeksizin tecrübe ve sınama maksadıyla, ya da hidâyet yolunu gösteren bir mürşid kabul ederek yapılır.

Şimdi birinci mülâhazayı ele alalım…

Tecrübe niyetiyle mel‘ûn şeytana râbıta yapmak ki, bu büyük küfürdür!
Niçin denilecek olursa; çünkü, bu râbıta-i şerifede hâsıl olan rûhânî zevk ve nûrânî şevkin pek lezzetli olan meyvesi; “İ‘râzun an cemî‘i mâ sivâ’llâhi ve ikbâlün külliyyün ila’llâhi ve vicdânü’l-halâveti min kavli’l-mü’mini âmentü billâhi ve’l-fenâü’l-hakîkiyyü fi’llâhi teâlâ”dır. Yani; Allah’tan gayri her şeyden (mâsivâdan) yüz çevirmek, tamamen Allâh’a yönelmek, mü’minin ‘âmentü billâh: Allah’a iman ettim’ sözünün tadını letâifinde bulmak ve Allah Teâlâ’da fenâ-i hakîki ile fânî olmaktır.
Şeytan ise, isyânı sebebiyle Allâh’ın huzûrundan kovulmuş, rahmet-i İlâhî’den uzaklaştırılmış ve ebedî hüsrâna mahkûm olmuştur!..
Dolayısıyla, pek azîm bir devlet, çok ulvî bir saâdet olan Allâh’ın cemâlini görmeye ve sâir büyük nîmetlere nâil olmaya vesîle olabilecek bir hidâyet rehberi aslâ değildir. Aksine; her zaman, her yerde mütemâdiyen olanca gücü ile küfür, dalâlet ve her türlü kötü yolların kılavuzluğunu yapar!.. Nitekim bunun böyle olduğunu, Cenâb-ı Mevlâmız bizlere çok açık bir şekilde şöyle bildirmektedir:

“Allah, iman edenlerin velîsidir (yani dostu ve yardımcısıdır). Onları zulmetlerden nûr’a çıkarır. (Küfrün karanlıklarından imanın nûruna kavuşturur.) Küfredenlerin velîleri ise, Tâğut’tur… Onları nûr’dan zulmete çıkarır. Onlar, ateş ehlidirler; orada, (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”(24)

Cenâb-ı Hak, şeytanın apaçık bir düşman olduğunu açıklayıp dururken, bu zâtın, şeytanı tecrübe etmeye kalkışması, Allâh’ın kelâmından şüphe etmesidir… Allâh’ın kelâmından şüphe ise, küfürdür!

İkincisine gelince…

Yani tecrübe etmek gâyesiyle değil de, şeytanı, bizzat Hak yolu gösteren bir mürşid kabul ederek râbıta yapmak ki; bu daha da büyük bir küfürdür!

Niçin denilecek olursa; çünkü, dostlarını azîz, düşmanlarını da zelîl kılıcı olan azamet sahibi Yüce Mevlâmız, şeytana, “Muhakkak ki ceza gününe kadar lânetim senin üstündedir”(25) buyuruyor.

Ve yine, “Muhakkak ki sen artık kovuldun”(26) kavl-i kerîmi ile de, dergâh-ı izzetinden atıp uzaklaştırdığını ihtar ediyor.

Kullarına da, Fâtır sûresinin 6’ncı âyet-i kerimesinde, şeytanın ne denli şiddetli bir düşman olduğunu şöyle haber veriyor:

“Hakîkaten şeytan, sizin amansız bir düşmanınızdır; onun için, siz de onu düşman sayın. (İnançlarınızda ve amellerinizde onu bir düşman olarak tanıyın, bütün hallerinizde ondan kaçının!)”

Binâenaleyh akl-ı selim sahipleri –gerek öncekiler ve gerekse sonrakiler– şeytanın; Allâh’ın rahmetinden kovulmuş, huzûr-i İlâhî’den atılıp uzaklaştırılmış olduğunda, dolayısıyla cehennemde ebedî olarak kalacağında ittifak etmişlerdir.

Hakîkat böyle iken o zâtın; şeytanı, hidâyet yoluna götüren bir mürşid kabul ederek ona râbıta yapması gerçekten doğru ise, onun bu hâli, mel‘ûn İblis’in, Hz. Âdem’e secde kaziyesinde (uyd. önerme) ortaya koyduğu muhâlefet, itâatsizlik ve inatçılığından daha tehlikelidir. Bu vaziyetin, Allâh’a karşı en büyük muhâlefet ve bir düşmanlık olduğu hususunda hiçbir kimsenin itirâzı olamaz.

Şayet denilirse ki; bu zâtın söylemek istediği, senin yukarıda, “şeytana râbıta iki tarzın dışında olmaz” diye îzah ettiğin şıklardan hiçbirisi değildir. Belki onlardan başka, diğer iki tarz vardır…

Bunlardan birincisi; faraziyeler, itibarlar ve temsiller yani var sayılan şeyler kabilinden olması ki, câizdir.

İkincisi de, tecrübe etmeyi kastettiği takdirde, maksadı; “Bakalım şeytan, min haysü hüve hüve şeytan (şeytan, şeytan olması cihetiyle) hidâyet rehberi olmaya kaadir mi?” demek değildir.

Belki maksadı; “Şu, şeyhe râbıtada meydana gelen keyfiyet, bakalım, şeytana yapılan râbıtada da hâsıl oluyor mu? Şayet hâsıl olursa, râbıtanın şeytânî olduğu anlaşılır. Bu şekilde tecrübe edip râbıtanın şeytânî olduğunu bileyim de, bundan sonra ben ondan kaçınayım, uzak durayım” demektir.

Kabul… Ancak, bu iki şıktan hiçbirisi ile iddiâ edilen şey isbat edilmiş olmaz. Çünkü her ikisi de bâtıldır.

Şöyle ki:

Birincisi, faraziyelerden saymak; iddiâyı isbat için söylenen ve hükmü kat‘î olmayan, farz ve takdire bağlı bulunan bir mesele olarak kabul etmek… Faraziyelerin yani meseleyi aydınlatmak için getirilen temsil çeşitlerinin, verilen misâllerin ise, zâhirde mevcut olmasının îcap etmediği bütün ilim erbâbınca mâlumdur.

Dolayısıyla böyle bir delil ile bu iddiâyı isbâta kalkışmak hatâlıdır. Ve meşhur olan, “Levle’l-farziyyâtü lebetaletü’l-hikmetü”(27) kaziyesi de, bu noktada kullanılabilecek geçerli bir söz değildir.

Gelelim ikincisine…

Yâni, şeytânî olduğunu öğrenip de ondan kaçınmak için tecrübe etmek ki, bu da bâtıldır.

Zira, mûteber kitaplarda geçen şeytan ile alâkalı mevzûlar, hemen herkesin mâlumudur.

Bu mel‘ûn, nice yüksek derece ve mertebe sahiplerine Hak yönünden gelip, bâzı hârikalar gösterir, onları Hak tarafından nefret ettirip, kendi çirkin hâl ve gidişâtına yöneltmeye çalışır. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet ettiği kimseler bunun, Hak yönünden gelse de, şeytan olduğunu anlamaya muvaffak olurlar… Ve gösterdiği hârikaların da, “el-Kitâbetü ale’l-cemedi fi’l-harri’l-mümteddi”(28) kabilinden, şeytânî bir keyfiyet olduğunu anlarlar. Üzerinde yürüdükleri doğru yoldan ayrılıp sapmazlar…
Fakat, bazıları da anlayamazlar… Çünkü Cenâb-ı Hak, anlamaya muvaffak kılmaz. Allah korusun; böyleleri Hak yoldan ayrılıp, bâtıl yollara düşerler! Hatta niceleri görülüyor ki, tevhid ehli bir mü’min iken, mürted bile oluyor!

Nitekim bu zâta da, birçok büyüklerin berbat olmalarına sebep olan mel‘ûn –yukarıda anlatılanlar gibi– gölge ve hayâl cinsinden bir takım şeyler gösteriyor… Ve, “Akrabü’t-turukı ila’l-lâhi ve menşeü’l-feyzi mina’l-lâh (Allâh’a götüren yolların en yakîni, Allah’tan fezy almanın menşe’i-kaynağı.)” olan râbıta-i şerifenin terki yönüne irâdesini sarfetmesine sebep oluyor.

“Allâhümme erine’l-Hakka Hakkan ve’r-zukne’l-itibâa ileyh, ve erine’l-bâtıle bâtılen ve’r-zukne’l-ictinâbe anh.”

Mânâsı: “Allâh’ım, bize Hakk’ı Hak olarak göster ve bizi, ona uymakla rızıklandır… Bâtılı da bâtıl olarak göster ve yine bizi, ondan kaçınmakla rızıklandır.”(29)

Eğer, ‘Râbıta hakkında Hâlid Efendi’nin ve diğer birçok ulemânın risâleleri ve cevâzı hakkında da delilleri vardır’ denilecek olursa, cevâben derim ki: Onların herbiri tarafımızdan mütâlaa olundu ve oradaki delillerin, “Evhenü min beyti’l-ankebût”(30) olduğu anlaşıldı.”

Yâhu, her şeyden evvel o deliller; âyet, hadis ve Allah dostlarının icmâ‘ıdır. Bu itibarla (hâşâ) “örümcek ağından daha zayıf” değildir. Tam aksine, “Erfeu min âlemi’l-melekûti ve a‘lâ min Arşi’l-Ceberût”tur. Yani melekût âleminden daha yüksek, ceberût olan Allâh’ın Arş’ından daha a‘lâdır.

Bu zât kimdir bilmiyorum. Ancak, “Kad tenkiru’l-aynü dav’e’ş-Şemsi min ramedin / Ve yenkiru’l-femü tâ‘me’l-mâi min sekamin.”
(Bazan göz, herhangi bir hastalıktan dolayı Güneş’in ışığını göremez de inkâr eder. Ve yine ağız da, bazan bir illetten dolayı, suyun tadını anlayamaz) fehvâsınca, bazı inkârcı ve inatçılar tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarfedilmiş olabilir. Bunların doğru olup olmadıklarını araştırmak gerekir.

Lâkin bu zât, tedkik mumunu yakıp, râbıta ehli hakkında kulağına gelen çirkin sözlerin ne denli birer iftira ve karalamadan ibaret olduğuna bakmıyor… Böyle bir araştırma lüzûmunu hissetmiyor. Bütün bu karalamaları, birer hakîkatmiş gibi kabul edip, ona göre ahkâm kesiyor!

“Ve bu râbıtanın mevcut olup olmadığını tesbit için tefsirler, hadisler ve sûfiyyenin kitapları taranmıştır. Hiçbirisinin herhangi bir yerinde, râbıtanın şerîatta olduğunu ifâde eden bir ibâreye rastlanmamıştır. Belki bu râbıta müteahhirînden câhil sûfîlerin ihdâs eylediği bir şeydir. Binâenaleyh, tevhîde münâfî ve dinde büyük fitnedir.”

Bu sözleriniz;

“Yâr nezdikter ez men bimenest
Ve in acepter ki men ezvay dûrem”

(Dost bana, benden daha yakın. Ne tuhaftır ki, ben ondan uzağım) nev‘indendir.

Ve yine,

“Yerâ eşcâru fâkın, velâ yerâ mâ nekaşe alâ zufrih”
(Yüksek ağaçları görür, tırnağı üzerindeki nakışları görmez) kabilinden sözlerdir.

Çünkü, tefsir kitapları dediğiniz, Kur’an âyetlerini tefsir ve te’vil eden eserlerdir. Bu takdirde, aşağıda zikredeceğimiz şu âyetlerden daha kuvvetli nasıl bir delil olabilir?

  1. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Bir de sâdıklarla beraber olun.”(31)
  2. “Rüku‘ edenlerle berâber rüku‘ edin.”(32)
  3. “Her kim Allâh’a ve Resûlü’ne itâat ederse; işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber olurlar; bunlar ise ne güzel arkadaştır!”(33)
  4. “Ona (yani Allah’a yaklaşma hususunda) vesîle arayın.”(34)
  5. “Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı…”(35)Ancak akla şöyle bir soru gelebilir:

Bu âyet-i celîlelerin her birinin sebeb-i nüzûlleri (iniş sebepleri) değişiktir… Zâhirî delâletleri başka başkadır. Bu münâsebetle râbıta-i şerifeye hangi yönden, nasıl delil olabilir?

Buna cevâben deriz ki:

Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde, zâhirî-bâtınî her ahkâmın zâhirî delilleri mevcut olsa, zâhirî hükümlerin istinbâtı (ortaya konulması) için zâhir ilimlerde müctehid olanlara; bâtınî ahkâmın istinbâtı için de, bâtın ilminde müctehid ve turuk-ı aliyye ashâbına (yüce tarîkatlere mensub olan Allah dostlarına) hiçbir ihtiyaç kalmazdı. Herkes kendi çıkarttığı hükümlerle amel ederdi. Halbuki bakınız, müfessirlerin kıdvesi (kendisine uyudukları) Allâme Beyzâvî (beyyezallâhü vechehü’n-nûrânî) hazretleri, Bakara sûresinin tefsirinde, “O (öyle bir lûtuf ve ihsânı bol Rabb) ki, yeryüzünü sizin (ikâmet ve istirahatiniz) için bir döşek, semâyı da (yüksek kubbe gibi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allâh’a şirk koşmayın”(36) âyet-i kerimesinin zâhirî mânâsını tefsir ettikten sonra, İbn Abbas’tan (r.anhümâ) ve başkalarından rivâyetlerde bulunarak şöyle demiştir:

“Kur’ân-ı Kerîm’in her âyetinin zâhirî tefsiri olduğu gibi, mutlaka bâtınî te’vili de vardır.”

Madem ki öyledir, yâni her âyetin bâtınî te’vili vardır; öyleyse yukarıda geçen âyetlerin her biri, râbıta-i şerifenin mevcut olduğunun en kuvvetli delilleridir. Ve yine hadis kitaplarından Ekmelüddîn’in Şerhu Meşârik’ında, İbn Hacer’in Şerhu Şemâil’inde ve diğer mûteber kitaplarda, râbıta-i şerife ile alâkalı geniş açıklamalar vardır. Fakat oralardaki açıklamaları, bu risâleye aktarmamız imkânsız; zaman ve zemin müsait değil… Arzu edenler oralardan okusun. Zira, oralarda gösterilen delillerden daha başka ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?

Ayrıca;

√ Ebû Yezîd-i Bestâmî(37) [H. 188–261] hazretlerinin, “Men lem yekün lehû şeyhun fe şeyhuhû şeytânün”(38) sözleri…

√ Hz. Mevlânâ’nın (M. 1207-1273),

“Zânki bâ aklî çû aklî cüft-i şüd
Mâni‘ bed fiil ve bed güft-i şüd”

(İki akıl birleşirse, yani biri diğerine yardım ederse, hem kötü iş hem de kötü sözlere mânî olur) beyti…

√ İmâm Bûsîrî (M. 1213-1296) hazretlerinin, Kasîde-i Bürde’de zikrettiği,
“Men lî bireddi cimâhın min gavâyetihâ / Kemâ yüraddü cimâha’l-hayli bi’l-lücüm”(39)

beyti de gayet açık delillerdir. Yani tasavvuf kitaplarında geçen bu sözler de, yine bir mürşid-i kâmile râbıtanın lüzûmuna delâlet etmektedirler.

√ İmâm Şa‘rânî (M. 1492-1565) hazretleri, Nefehât-ı Kudsiyye’sinde zikrin âdâbını sayarken buyururlar ki:

“Zikrin âdâbının yedincisi, müridin zikir esnâsında mürşid-i kâmili iki gözünün önünde hayâl etmesidir… Rabb’imiz Teâlâ’dan feyz alabilmenin menşei ve âdâbının başı budur.”

√ Âllâme Seyyid Şerif Cürcânî (M. 1340-1413) hazretleri, Şerhu Mevâkıf’ının sonunda, “Mürşidân-ı kirâmın sûretleri, müridine zuhûr eder… Onlar da, mürşidin o sûretinden feyz alırlar” diye îzahta bulunur.

√ Molla Câmî (M. 1414-1492) ve İsmail Hakkı (1653-1725) kaddesallâhü esrârahümâ hazretleri de bu hususu, “Zikrin iki yolu vardır ve bu iki yoldan birisi râbıta yoludur” diye beyan buyururlar.

√ Ebû Saîd Hâdimî kuddise sırruhü’s-sâmî (40) hazretleri ise bu mevzû ile alâkalı olarak yazdıkları risâlelerinde, “Fe-yetehayyelü sürete’n-Nebiyyi (s.a.v.) ev sûrete şeyhihî (Mürid, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) Efendimiz’in veya şeyhinin sûretini tahayyül eder, hayâlinde canlandırır)” diye kaydederler ki, hepsi de râbıtanın varlığını, meşru‘iyetini ve hatta lüzûmunu ifade etmektedir. Bunlardan daha kuvvetli ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?

Şayet râbıtayı inkâr eden bu zât, insaflıca mütâlaa etmiş olsa, “Hâzâ hısnü’l-lâhi mine’l-hadîd (Şu râbıta-i şerîfe, Allâh’ın demirden (çelikten) bir kalesidir)” kabilinden daha çoook deliller bulurdu. Fakîr, bu zâtı görmedim ama, hüsn-i zannım şöyledir:

Geniş bilgiye sahip bir âlim ve te’lif ettiği eserler de, âdeta bir ağacın dalları gibi uzayıp filizler atmış, etrafa yayılmıştır.

Bu fakîr ise ilim yönünden o zâta nisbetle, uçsuz bucaksız bir deryânın sâhilinde, terkedilmiş susuz bir kuyu gibidir. Ancak, Allâh’ın (c.c.) muvaffak etmesi başka bir şeydir…

“Allah kime nûr vermemişse, artık onun için hiçbir nûr yoktur.” (41) “Hamdolsun o Allâh’a ki, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.”(42)

Şerîatın Zâhir ve Bâtınına Âit Hükümlerin İstinbâtı

“Ey aziz kardeşim! Eğer, ‘sen zâhir ulemâsındansın, bâtın ulemâsı üzerine bilgin yoktur’ diyecek olursan, cevâben derim ki: ‘Bu âciz kul, Hâlidiyye yolundan icâzetli bir kul idi. Ve bir teveccühte yedi-sekiz müridi iğmâ ediyor (kendinden geçiriyor)du. Fakat bu denî râbıta [hâşâ lillâh!(43)] sebebiyle terkine, Hâdî hidâyet eyledi.”

Şayet söylediği doğru ise, bu zât; Tarîk-ı Nakşibendiye’nin nûr oluğundan akan feyz-i İlâhî’den içmiş… Müridlerden yedi-sekiz kişiyi de bir teveccühte kendilerinden geçirirken, râbıta sebebiyle bu yolu terketmiş. Fakat, onun bu yolu terketmesi ile, kalbleri ve ruhları sâf ve berrâk olan diğer ihvânın da terkederek kopup gitmesi îcap etmez. Nitekim Hâfız Şirâzî bir beytinde, bu mânâyı şöyle ifade eder:

“Dûş ez mescid sûy-i mîhâne âmed pîr-i mâ / Çîst yârân-ı tarîkat bâde zîn tedbîr-i mâ?”

Mânâsı: “Dün bizim şeyhimiz, mescidten meyhâneye doğru gitti! Ey tarîkat dostları, bundan sonra bizim tedbirimiz ne ola?!”

Yine Şeyh Ferîdüddîn Attar hazretlerinin,

“Şeyh San‘ân bûd muhterem / Bâ mürîd çâr sâd ender harem”

Mânâsı: “Şeyh San‘ân, muhterem bir şeyh idi. Harem’de müridleri ile birlekte dörtyüz kişi idiler” diye başlayan beyitlerinde anlattığı hikâye de bu mânâya delâlet eder.

Kezâ, Bel‘âm b. Bâûrâ Vak‘ası(44) ile Arapça ve Farsça birçok eserde, gerek nazım gerekse nesir hâlinde dile getirilen hâdiselerin hemen hepsi de yukarıdaki iddiâmızı isbât eden delillerdir. Nitekim birçokları –her ne hikmetse– başlangıçta feyz-i İlâhî’den, esrârı sübhânîden bolca istifâde ederler… Kendilerinden nice güzel haller zuhûr eder… Fakat, yine ne hikmetse, daha sonra velîler dairesinden çıkartılıp atılırlar.

Bu zâtta da gurur, kibir, eşi ve akrânı olmadığı iddiâları görülüyor… Sözlerinden öyle anlaşılıyor. Allah korusun, bu enâniyet çok kötü bir şeydir!.. Çünkü bu dünyada, “Her ilim sahibinin üstünde, daha iyi bilen birisi vardır”(45) âyet-i kerimesinin şehâdetiyle nice âlimler, müttakîler ve zâhidler vardır. Lâkin her biri, mahviyet köşesine çekilmişler; tezellül gömleğini giyip, inkıyat ve itâat hâlinde Allâh’ın rızâsını ve evliyâullâhın hoşnutluğunu intizâr ederler (bekleyip gözlerler). Bilhassa bu nûrlu yol, yani Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’nin bahçesinde esrâr-ı İlâhî’den nasiplerini alan, makâm-ı hayret(46)te nice mümtaz âlimler, âbidler, zâhidler vardır ki, onların rûhâniyetleri insanı, Allâh’ın (c.c.) kahrı ile kahreder. Allah Teâlâ, onların kahırlarına uğramaktan bizleri muhâfaza buyursun.

Bu zât bulmuş bulmuş da, İlâhî aşk ile yanıp tutuşan tevhîd ehlini mi bulmuş?! Sanki yazılacak, araştırılıp incelenecek hiçbir mesele kalmamış gibi, oturuyor, râbıta ehlinin ehl-i bid‘at ve hatta putperest olduğunu yazıyor… Ve aklınca, bu iddiâlarını isbâta kalkışıyor. Daha sonra da, bu talihsiz risâleyi etrafa yayıyor… Maksadı; râbıta ehline karşı, herkesin kalbinde bulunan güzel itikâdı çekip almak ve böylece onları halkın nazarında kötü göstermeye çalışmak!..

Eğer bu zât er ise, Allâh’ın varlığına ve birliğine inanmaktan yüz çevirip kaçanları iman dairesine dâvet etsin. Onlara; Allâh’ın hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığını; bilakis, bizim ona şiddetle muhtaç olduğumuzu ve bunun için iman ve amel etmemiz gerektiğini anlatsın. Kabul etmeyenlerle de, usûl ve şartlarına uygun şekilde mücâdele etsin. Etrafa yayılan ahlâksızlık, arsızlık ve hayâsızlığın; kısacası, dînimizce yasaklanan her türlü kötülüklerin ortadan kalkması için çalışsın, gayret sarf etsin.

Hulâsa; herkesin, lüzumlu gördüğü meselelerle alâkalı olarak, aklının erdiği ve dilinin döndüğü kadar bir şeyler söylemesi, îcab ediyorsa yazması şarttır. Bunun için de, o mesele ile alâkalı kaynaklara mürâcaat edip, mevzuu iyi bir tahlîle tâbi tutması gerekir. Ancak, eserin başında da belirttiğimiz gibi, Filibe’de misâfiriz. Bu sebeple vaktimiz dar, imkânlarımız sınırlı. Bir an evvel bitirebilmek için de acele ediyoruz. Hudutsuz hamd ü senâlar olsun ki, büyüklerin rûhâniyetlerinin himmeti ve sırf Cenâb-ı Mevlâ’nın muvaffak kılmasıyla –hemen herkesin bildiği şeylerden ibâret olan– bu risâleyi iki saat gibi az bir zaman zarfında yazdık.

Huz mâ safâ, da‘ mâ keder (Sen, güzel bulduklarını al, hoşuna gitmeyenleri terket).

Ve’s-Selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ (Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun).

ŞEYH SAN‘ÂN VE BEL‘ÂM B. BÂÛRÂ VAK‘ALARI

Şeyh San‘ân Kimdir?

Şeyh San‘ân, Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretleri zamanında yaşamış velî bir zâttır.

Bir gün zamanın büyük velîleri, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin sohbet halkasında onun nasîhatlerini dinliyorlardı… Birden Fahr-i Kâinât Efendimiz’in (s.a.v.) rûhâniyetleri tecellî ediyor ve buyuruyorlar ki:

“Söyle ey Abdülkadir; senin ayakların bütün velîlerin omuzları üzerindedir!”

Abdülkadir Geylânî hazretleri, Resûlüllâh Efendimiz’in bu sözlerini orada bulunanlara aynen naklediyor. Onların da tamamı kabul edip; “Alâ rakabetinâ ve alâ re’sinâ (Senin ayakların, bizim omuzlarımız ve başımız üstündedir)” diyerek teslimiyetlerini gösteriyorlar. Hatta o anda huzûrda bulunmayan bir çok velîye de ma’nen haber veriliyor ve onlar da, “Ale’r-re’si ve’l-ayn (Başımız-gözümüz üzerine)” diyerek, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü kabul ediyorlar.

Ve yine o anda, Ümmü Übeyde kasabasında bulunan Rufâî pîri Seyyid Ahmed Rufâi hazretleri de, başını toprağa koyarak yanındakilere, “Abdülkadir şu anda Kavsiyet’ini îlan etti; siz de onun büyüklüğünü kabul edin” diyor… Orada bulunan bütün velîler de, “Abdülkadir’in ayakları, bizim omuzlarımızın üstündedir” diyerek, bu emre inkıyâd ediyor (itâat edip boyun eğiyorlar).

Ancak, Bağdat yakınlarında bulunan meşhur Şeyh San‘ân, “Ben de onun gibi büyüğüm” diyerek boyun eğmeyeceğini söylüyor.

İşte tam o anda, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin rûhaniyetleri tecellî ederek, “Madem ki bana boyun eğmiyorsun, öyleyse senin omuzun üzerinde domuzun ayakları olsun ve kâfir kızına boyun eğesin” diye aleyhinde duâ ediyor.

Aradan fazlaca bir zaman geçmiyor; Şeyh San‘ân, Rum beldesine doğru yola çıkıyor. Bizans sınırları içerisine girdiğinde, bir kâfir kızına âşık olup evlenme teklifinde bulunuyor… Rum kızı ona, “Seninle evlenirim; ancak, benim dinime girip, babamın çiftliğinde en az bir sene domuzlarına bakmak şartıyla” diye karşılık veriyor.

Şeyh San‘an da, kıza kavuşmak için buna râzı oluyor. Rum’un çiftliğinde domuzları gütmeye başlıyor.

Gün geliyor, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin dediği oluyor. Dîninden dönen şeyh, yeni yavrulayan domuzların yavrularını omuzlarında taşıyor.
Etrafındaki müridleri de, daha dîninden ayrıldığı ilk günden itibaren onu terkedip, melûl ve mahzûn bir şekilde geri dönüyorlar… Şeyhlerinin bu hâlini her yerde dile getiriyor ve bunun, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü kabul etmediğinden dolayı başına geldiğini de gayet iyi biliyorlardı.

Şeyh San‘ân’ın Mekke’de velî bir dostu vardı… Arkadaşının başına gelen hâdiseyi duymuş ve son derece üzülmüştü… Kendisini ziyarete gelen Şeyh San‘ân’ın müridlerine, “Siz, bu hâdiseden dolayı, neden şeyhinizin etrafını terk ettiniz? Abdülkadir Geylânî hazretlerine gidip, şeyhinizin affı için yalvarsanız olmaz mı? Şimdi vakit kaybetmeden hemen gidiniz… Vaziyeti ona anlatınız… Şeyhinizin bağışlanması için yalvarınız” dedi.
Onlar da bu tavsiyeye uyarak derhal gidip, Gavs-ı A‘zâm’dan, şeyhlerinin bağışlanmasını dilediler. Ayaklarına kapanarak gözyaşı döktüler. Gavs-ı A‘zâm da, “Hz. Allah şeyhinizi, sizin yalvarmanız üzerine affetti… Gidin; şeyhinizin domuz güttiği çiftliğe varın; ona yakın bir mahalde, zikre başlayın… O sizin yanınıza gelecek” buyurdu.

Şeyh San‘ân’ın müridleri, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin dediği gibi yaptılar: Gidip şeyhin hizmet ettiği Rum’un çiftliğini buldular. Ona yakın bir yerde, “Lâ ilâhe illallâh” diyerek kelime-i tevhîd zikrine başladılar… Bunu duyan Şeyh’in hemen aklı başına geldi; ne hallere düştüğünün farkına vardı ve derhal müridlerinin yanına koştu… İstiğfar edip, kelime-i şehâdet getirdi… Söylediği sözden, yaptığı işlerden pişmanlık duyarak, “Abdülkadir Geylânî’nin ayakları benim omuzlarım üzerindedir” dedi ve onlarla birlikte zikre başladı.

San‘ân’ın gittiğini gören Rum kızının da, aklı başından gitti ve derhal peşine düşüp, “Mâdem ki bu zamana kadar sen bana hizmet ettin; şimdi ise ben senin dînine girip sana hizmet edeceğim” dedi. Ve hemen oracıkta kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu; onunla evlenmeyi de şartsız kabul etti.(47)

BEL’ÂM B. BÂÛRÂ

Bel‘âm bin Bâûrâ, ülû’l-azm(48) peygamberlerden Hz. Mûsa aleyhisselâm zamanında yaşamış, İsm-i A‘zam’ı bilen âlim ve duâları makbul olan velî bir zât idi. Belka şehrinde oturuyordu.

Şehrin vâlisi Belak, Hz. Mûsa’nın askerlerinin şehre doğru geldiğini duyunca, şehre girmemeleri için, ondan duâ etmesini istedi.

Kabul etmeyince; ölümle tehdit etti! Halk da kendisine çeşitli rüşvetler verdi… Gene de kabul etmeyince; hanımı devreye girdi. Ve nihayet hanımı vâsıtasıyla, Hz. Mûsa ve askerleri aleyhine duâ ettirdiler. Yani dünya sevgisi sebebiyle, zâlimlere taraftarlık etmiş oldu. Cenâb-ı Hak da, duâsını kendi aleyhine çevirdi ve son nefesinde imansız olarak gitti. Halbuki ilk zamanlarında sohbet ve va‘zlarında on ikibin divit ve kalem ile talebeler, onun Rabbanî ilhamlarıyla ledün ilminden duyduklarını yazarlardı. Ancak sonunda helâk denizine batıp; âlemin yaratıcısı yoktur diye kitap yazanların da ilki olmuştur.(49) Kur’ân-ı Kerim’de onun hâli, soluyan köpeğin hâline benzetilmiştir ki, bahis mevzuu âyetlerin meali şöyledir:

“Habîbim onlara, kendisine âyetlerimizi verdiğimiz o adamın kıssasını da anlat; o bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu. Eğer dileseydik, biz, elbette onu bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere-alçaklığa saplandı ve hevâsının, nefsanî arzu ve isteklerinin peşine düştü. Artık onun ibret verici hâli, o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatıp solur; bıraksan da dilini sarkıtıp solur.”

Yani, onu yorsan da dilini uzatır solur, rahat bıraksan da dilini uzatır solur… Hiçbir zaman ıztıraptan kurtulmaz. Köpeğin en aşağılık hâli, başka hayvanda bulunmayan bu soluyuştur. İşte o kimsenin hâlindeki bu alçalma, köpeğin örnek olmuş olan bu en aşağılık hâli gibidir. Yani alçalmanın son kertesidir ki, korkutsan da korkutmasan da aynıdır; onun için bir şey fark etmez.

“İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan kavmin misâlidir”, onların sıfatı budur.

Habîbim! “Artık sen, bu kıssayı onlara anlat; belki iyice düşünürler.” İçlerinde, uyanıp aklını başına toplayacak olanlar bulunur; yani sen, bu ihtimâli de göz önünde bulundur, dikkate al.”(50)

DİPNOTLAR

(1) İstifade edilen kaynaklar: (a) Bilmen, Ömer Nasûhi, Tabakâtü’l-Müfessirîn, 2, 762. (b) Bursa’lı Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, İstanbul. (c) Mehmed Fevzî Efendi, Hakîkatü’l-Hürriyet.

(2) el-Celîl: Cenâb-ı Hakk’ın 99 Esmâ-i Hüsnâ (güzel isimleri)sından birisidir. Kadri büyük, mertebesi yüksek ve âlî mânâlarını ifade eden “el-Celîl” ismi, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının kemâline delâlet eder. “el-Kebîr” de, zâtının kemâline; “el-Azîm” ismi ise, hem zât hem de sıfatlarının kemâline delâlet eder. (el-Gazâlî, Kitâbü’l-Maksadi’l-Esnâ, Şerhu Esmâi’l-lâhi’l-Hüsnâ, s. 83.)

(3) Melik-i cemîl: En güzel hükümdar, en iyi hâkan demektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında kullanılan bir tâbirdir ki; hiç şüphesiz o, her bakımdan öyleydi.

(4) “Ashâb-ı Kehf”, Kehf sûre-i celîlesinde haklarında genişçe bahsedilen 7 kişinin ünvânıdır ve “mağara arkadaşları” demektir. İsimleri: Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyuş; Kıtmîr de onların köpekleridir. Onunla 8 oluyorlar. Cennete girecek hayvanlardan biri de budur.

(5) Filibe, bugün Bulgaristan hudutları içerisinde kalan eski bir vilâyetimizdir.

(6) “Hâce-i âlem”, âlemin hocası, efendisi ve muallimi demektir.

(7) Terkipte geçen “garrâ” kelimesi; ak, parlak, güzel, gösterişli, şatafatlı gibi mânâları ifade etmekte. “Zehrâ” da, yüzü pek beyaz ve parlak olan mânâsınadır. Buna göre terkip; Peygamberimiz’in (s.a.v.) tebliğ ettiği, pırıl pırıl parlayan, her türlü hata-kusur ve noksanlık gibi lekelerden uzak, bembeyaz, âdeta güneş gibi bütün âlemi aydınlatan İlâhî hükümler manzûmesi, yani İslâm dininin hükümleri demek oluyor.

(8) Kur’ân-ı Kerim, Necm sûresi, 53/3-4. “Vahiy”, sür‘atle işâret etmek ve işâretin meydana getirdiği şey mânâsındadır. Dînî ıstılâhta ise vahiy, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği hükümleri, sırları, hikmetleri peygamberlerine bildirmesi demektir. Âyet-i kerimede, “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur; yahut bir resûl gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir” (eş-Şûrâ, 42/51) buyruluyor. Buna göre, İlâhî vahyin geliş yolları ve şekilleri üçtür: 1) Sâlih ve doğru rüya ile veya kalbe ilhamla, 2) Perde arkasından, tabiat âleminde herhangi bir şeyin diliyle, 3) Resûl göndermek, yani vahiy meleği Cebrâil (a.s.) vâsıtasıyla olur. (Râgıb İsfehânî, Müfredât; Firuzâbâdî, Besâir, 5, 177)

(9) Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/24. Âyet-i kerimenin baş kısmı ile birlikte meâli: “Andolsun ki, o kadın (Züleyhâ) ona niyeti kurmuştu. Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı, o (Yûsuf Peygamber) da onu dövmeyi kastetmişti…” Ahmed b. Mübârek (k.s.) diyor ki: Ümmî mürşidim Abdülazîz ed-Debbâğ (k.s.) hazretlerine, ‘Yûsuf aleyhisselâmın o kadına kast ve niyet ettiği şey ne idi?’ diye sordum. Derhal şu cevabı verdi: ‘Onu dövmekti.’ Bunun üzerine bazı müfessirlerin, bu babta zikrettiklerini açtım. Bunları şiddetle reddederek dedi ki: ‘Peygamberlerin mâsûmiyeti nerede kaldı ya? Velîye bir feth (kemâl hâller) vâki olduğu zaman, Allah onun yetmiş iki zulmet damarını söküp atar ki; onların bir kısmından yalan, bir kısmından kibir, kiminden riyâ, kiminden dünyâ muhabbeti, kiminden de şehvet ve zina sevgisi ve benzeri kötülükler neş’et ediyordu. Veliyyullah hakkında keyfiyet böyle olunca, ya ‘ismet’ sıfatıyla yaratılan (ma‘sûm olan, günah işlemekten uzak bulunan), zâtı ancak bu sûretle neş’et eden (yaratılan) bir peygamber hakkında nasıl olmak lâzım geleceğini düşün.” (el-İbrîz, s. 262-263’den naklen, Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 1, 350.)

(10) Keşşâf, c. 2, s. 456-457. Allâme Zemahşerî, tefsirinde bunları nakletmekle birlikte, kendisinin kabul etmediğini de ifade ediyor.

(11) Kezâ, İbn Haceri’l-Heytemiyyi’l-Mekkî’nin, Şerhu Şemâili’n-Nebî’sinin de 177. sayfasına mürâcaat edebilirler. (Süleymaniye Kütüphânesi, Hasan Hüsnü Paşa Kısmı, eski kayıt no: 198).

(12) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/19.

(13) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/85.

(14) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 1/165.

(15) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/53.

(16) Yâni, hak olan kelâm ile bâtıl kastedilmektedir. Nitekim Hz. Ali (k.v.), Hâricîler’in, “Lâ hükme illâ lillâh (Hüküm ancak Allâh’a aittir)” dediklerini duyunca, “Bu kelâm, kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir kelâmdır. Evet, hüküm ancak Allâh’a âittir” demiştir. Yine buyurmuştur ki: “Benden sonra öyle bir zaman gelecektir ki; o devirde haktan daha gizli, bâtıldan daha açık hiçbir şey bulunmayacaktır.” (Prof. İhsan İlâhi Zâhir, eş-Şîa ve’s-Sünne, 1973 Lahor, Terc. Yrd. Doç. Dr. Sabri Hizmetli, Ar. Gör. Hasan Onat, Şîa’nın Kur’an, İmâmet ve Takiyye Anlayışı, Ankara 1984, s. 1-2; Nehcü’l-Belâğa, s. 72-204, Dâru’l-Kütüb, el-Lübnân, Beyrut 1387/1967)

(17) Kur’ân-ı Kerim, A’raf sûresi, 7/195.

(18) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/11. “Her ne şey ki, Allah sübhânehû ve teâlânın zâtının gayridir; o şey, onun isimleri ve sıfatları bile olsa, ‘gayr’ ve ‘sivâ’ olarak tâbir olunur… Mütekellimînin yani kelâm âlimlerinin; Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bahsederken; ‘ne aynıdır, ne gayrıdır’ demeleri, başka bir mânâyadır. Onlar; ‘gayr’ ile kelâm ilminin ıstılah mânâsındaki gayr tâbirini murad etmemişler, gayriyet tâbirini de mutlak mânâda değil, bu mânâda nefyetmişlerdir. Nefy-i hâs ise nefy-i âmmı istilzâm etmez; yani sıfatlar, kelâm ilmindeki mânâsına göre ‘gayr’ değil ise de, umumî mânâya göre onun gayridir. Selb sıfatları (zâtî sıfatlar) olmadan, zâttan söz etmek mümkün değildir. Zât mertebesinde her isbât ilhâddır. Bu hususta tâbirlerin en üstünü, ibârelerin en toplu olanı şu âyet-i kerîmedir: “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibi dahi bir şey yoktur.” Bunun Fârisî olarak mânâsı, “Bî çûn ve bî çigûne (Belli bir vasfa sığmayan, benzeri olmayan)”dir. Allah sübhânehûnun zâtında ilme, şühûda ve ma‘rifete yol yoktur. Her ne şey ki, onu gözler görür, kulaklar işitir; o zanna girer, Hak Teâlâ’nın gayrıdır… Bunun, “Lâ ilâhe (hiçbir ilâh cinsi yoktur)” kelimesi ile nefyi îcap eder. Misli bulunmaktan münezzeh olan zâtı isbat ise, “İllallâh (sadece Allah vardır)” kelimesi ile olur. Bu isbat, evvela taklid yolu iledir; en sonunda bu taklid, tahkîke tahavvül eder, dönüşür… (el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 38.)

(19) Kur’ân-ı Kerim, İhlâs sûresi, 112/4.

(20) Kur’ân-ı Kerim, En’âm sûresi, 6/103.

(21) “Hâşâ”, birine atfedilen söz veya davranışın kesinlikle reddedildiğini belirtmek için kullanılır: “Yook, hâşâ. O demek değil efendim!” gibi. Dine aykırı olabilecek bir şeyin zarûri olarak söylendiğini belirtmek için kullanılır. Meselâ: “Kendi sözünü, hâşâ, Hakk’ın irâdesinden müessir zannettin” gibi. (N. Kemal) “Hâşâ sümme hâşâ” tâbiri de, öyle olmasına imkân yok, kat‘iyen öyle değildir, mânâsında kullanılır.

22) Kur’ân-ı Kerim, Sebe’ sûresi, 34/13.

(23) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/261.

(24) Bakara sûresi, 2/257. Burada; zulümât’ın cemi‘ (çoğul), nûr’un müfred (tekil) getirilmesi ne kadar dikkat çekicidir. Demek ki âlemde çeşit çeşit zulmetler vardır. Bütün bu zulmetleri yok edecek olan nûr ise tekdir, birdir. O da, ‘Allah, semâvât ve arzın nûrudur’ (Nûr sûresi, 24/35) âyeti îcâbınca, Hak Teâlâ’nın nûrudur. Yani gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse rûha ait nûrlar ile onları nurlandıran Allah Teâlâ’dır. Herhangi bir hususta Allâh’ın nûru bulunamadı mı, insanı her tarafından sayısız zulmetler kaplar! Hakk’ın nûru tecellî edince de, o zulmetler kalkar… Allâh’ın nûru bulunamadı mı; yerler-gökler hiç, gündüzler gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur! Kalbler bin türlü hayâller ile buhranlar-krizler içinde çırpınır kalır! Aranan bulunmaz, ne aranacağı bilinmez. Gönüllere vesveseler, elemler, azaplar, ıztıraplar çöker! Etrafı evhamlar, umacılar kaplar; cinler şeytanlar başa toplanır… (Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, 2, 874).

(25) Kur’ân-ı Kerim, Sâd sûresi, 38/78.

(26) Kur’ân-ı Kerim, Hicr sûresi, 15/34.

(27) Şu demek: Faraziyeler olmamış olsaydı, hikmet bâtıl olurdu; yani güzel sözler, kıymetli fikirler, hakikate uygun değerli düşünce ve tecrübeler ortaya çıkmazdı.

(28) Yâni; “Devamlı bir sıcağın altında, buz üzerine yazı yazmak” nev‘indendir. Ya da bir başka tâbirle, “Su üzerine nakış yapmak” gibidir.

(29) Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna olan nimetlerinin en büyüğü; Hak ve bâtılı anlamak ve bilmek, râzi olacağı ve olmayacağı halleri fark ve ayırt edebilmek, muktezâlarıyla amele muvaffak kılınmak hâl ve sıfatlarına mazhariyettir. (Salâhuddîn İbn Mevlânâ Sirâcüddîn k.s., a.g.e., 19).

(30) Mânâsı: “Örümcek evinden-ağından daha zayıf” demek. Burada iddiasına delil olarak zikrettiği bu söz, aslında aleyhinedir. Zira, örümcek ağı teşbihini Cenâb-ı Hak, o ve onun gibiler için zikrediyor. Nitekim Ankebût sûresindeki (29/41) bu âyet-i kerimenin meal ve tefsiri şöyledir: “Allah’tan başka bir takım velîlere tutunanların meseli (onları dost edinenlerin benzeri-örneği), yani Allah’tan başkalarını ihtiyaçlarına karşı yardım eder, menfaatleri dokunur, işlerini görür, tehlikeden kurtarır, diye velî-sâhip-hâmî kabul ederek ma‘bûd edinenlerin örnek olacak halleri, örümceğin örnek olmuş hâline benzer. O bir ev edinmiştir. Hiç dîni olmayanlar gibi, büsbütün evsiz değil… Bir sinek avlayacak kadar bir hâneye tutunmuştur. Halbuki evlerin en çürüğü, şüphesiz ki örümcek evidir. Evinde ev mefhûmundan bir şey yoktur. Ne gölge yapar, ne korur. Bir rüzgârla târumâr olur. Onun için örümcek evinin çürüklüğü meşhur misâldir. İşte o örümcek kafalı müşriklerin de; dayandıkları deliller zayıf, tutamakları böyle çürüktür. Bütün tutundukları fânîdir, yok olmaya mahkûmdur… Keşke bilmiş olsalardı…” (Elmalı’lı, a.g.e., 5, 3777-3778)

(31) Tevbe sûresi, 9/119. “Sâdıklar, Allâh’a vuslat yolunu gösteren mürşidlerdir. Sâlik; onların ahbâbı ve kapılarının eşiğinde hâdimleri olduğu zaman, bu mürşidlerin muhabbet, terbiye ve velâyet kuvvetleri ile mâsivâyı terk ederek ‘seyr-i ilallâh’ mertebelerine ulaşır.” (Bursevî, İsmail Hakkı, a.g.e., 3, 532). Ubeydullah Ahrâr k.s., “Sâdıklarla beraber olmak, sîreten ve sûreten onlarla bulunmak mânâsınadır. Bu mânevî beraberlik ise, râbıtadır” buyururlar. Sâfî Mevlânâ Ali b. Hüseyin (k.s.) de Reşahât Aynü’l-Hayât’ta (s. 273-274) şu açıklamalarda bulunuyor: “Sâdıklar ile olmanın iki mânâsı vardır: Biri zâhir bakımından, öbürü de mânâ bakımından onlarla beraber olmaktır. Birincisi sâdıklarla düşüp kalkmayı, ikincisi de o tâifeye gönül verip onların üstünlüğünü kabul etmeyi ve izlerinden gitmeyi gerektirir. Birincisinde ülfetin yalnız sûreti, ikincisinde hem sûreti hem de rûhu vardır. Sâdıklar şu kimselerdir ki, mâsivâ onların gözünden silinmiştir. İnsanoğlunda, temas ettiği şahıstan tam mânâsıyla müteessir olma kabiliyeti bulunduğu için, sâdıklarla düşüp kalkmakta birinci derecede ehliyetlidir, yani bu işe en ehil ve en liyâkatli varlık insandır.”

(32) Bakara sûresi, 2/43. “İnkisâr-i kalb ve nefy-i vücutta, Allah Teâlâ’ya vuslat için bezl-i vücût eden münkesirîne iktidâ ediniz.” (Bursevî, İsmâil Hakkı, Te’vilât-ı Necmiye’den naklen, a.g.e., 1, 122) Yani, enâniyetten kurtulup bir hiç olduğumuzun idrâkine varabilmek, kalbi kırık ve mütevâzî bir insan olabilmek için, olanca varlığını-benliğini Allâh’a vuslat yolunda bezletmiş, saçıp-serpip ortaya koymuş olan mürşid-i kâmil ve mükemmillere uyunuz, demek istiyor.

(33) Nisâ sûresi, 4/69. “Burada; Allah indindeki en yüksek derecelere ve ona en yakın olan kullara arkadaşlık va‘dedilmesi cihetiyle mü’minleri; Allâh’a, Resûlü’ne ve onun vârislerine itâat ve ittibâa, her hususta onlara uymaya teşvik vardır.” (Bursevî, İsmâil Hakkı, a.g.e., 2/234.)

(34) Mâide sûresi, 5/35. “Te’vîlât-ı Necmiye’de denildi ki: Şüphesiz bu âyet-i kerime, vesîleyi talep emrini açıklıyor. Vesîle elbette ki lâzımdır; çünkü vusûl, ancak vesîle ile hâsıl olur. Vesîle ise, hakikat âlimleri ve tarîkat şeyhleridir.” (Bursevî, İsmâil Hakkı, a.g.e., 2, 388.)

(35) Kurân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/24. İbn Abbâs’ın (r.anhümâ) beyânına göre; Hz. Yûsuf’un gördüğü ‘burhân-delil’, babasının hayâlini müşâhede etmesidir. Hz. Yâkub’u görünce, menfî duygular kendisinden silinmiştir. (Davudoğlu, Ahmed, Kur’ân-ı Kerim ve İzahlı meâli, Çile Yayınevi, İst. 1988) Görüldüğü üzere bu anlatılan husus da, râbıta-i şerifeden başka bir şey değildir.

(36) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/22.

(37) Ebû Yezîdi’l-Bestâmî (M. 803-874) hazretleri, İran’ın Kûmis eyâletinde Bestam’da doğmuştur. Silsile-i Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye (k.e.) hazerâtının beşinci halkasını teşkil etmektedir.

(38) Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, demek olan bu sözün mânâsı şudur: Hidâyet yönünde, Allâh’a götüren yolda yürümek için bir rehberi-kılavuzu olmayanın, dalâlet yolunda rehberi şeytandır. Kendisine Peygamber’i (s.a.v.) ve onun vârisi olan âlimleri rehber edinmeyen, şeytanı ve şeytanlaşmış kimseleri önder edinir. Zira Hakk’ı bâtıldan ayırmak hususunda, akıl, tek başına kâfi değildir. Mutlaka vahye dayanan bir rehbere ihtiyacı vardır.

(39) Meâli: Zaptedilemeyecek derecede azgın ve sert başlı bir atın dizginler ile durdurulduğu gibi, nefsin azgınlığından ileri gelen itâatsizliğine mâni olabilmeyi benim için kim tekeffül eder? Yani, öyle bir zâta bağlanmak isterim ki, nefsime bir gem vurup onun inat ve itâatsizliğine son versin, demek istiyor.

(40) “Allah Teâlâ onun, yüksek ve yüce sırrını mübârek ve mukaddes kılsın” mealinde bir duâdır. Ehl-i Sünnet’e mensup Müslümanlar arasında, bu ve buna benzer sözler, evliyâullâha saygı ve hürmet ifadesi olarak kullanılır.

(41) K.K., Nûr sûresi, 24/40. “Onun için körler görmez, sağırlar işitmez, vicdansızlar anlamaz, kâfirler Hakk’ı kabul etmez.” (Elmalı’lı, a.g.e., 5, 3527).

(42) Kur’ân-ı Kerim, A‘raf sûresi, 7/43.

(43) “Hâşâ lillâh”, aman yâ Rabbî, Allah göstermesin, hiçbir vakit mânâlarına gelen “hâşe lillâh” terkibinin değiştirilmiş şekli veya galat-ı meşhûrudur. Türkçe’de, Allah korusun, kesinlikle, aslâ, kat‘iyen gibi mânâlarda kullanılır. Yalnızca “hâşâ” şeklinde de ifade edilir ve bu, Allah göstermesin, uzak olsun mânâsına gelir. Tiksinti duyulan bir şey söylendiği zaman, “sözüm meclisten dışarı” mânâsında, “hâşâ huzurdan” veya “hâşâ ani’l-meclis” tâbirleri de kullanılır. Bunlarda da uzak tutma, kabul etmeme, ayırma mânâları vardır.

(44) “Şeyh San‘ân” ve “Bel‘âm ibn Bâûrâ” vak‘ları ile alâkalı geniş bilgi için, bu kısmın sonuna bkz.

(45) Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/76.

(46) “Hayret”, kelime olarak şaşmak, şaşırmak mânâlarınadır. Tasavvufta ise, kalbe gelen bir tecellî sebebiyle sâlikin düşünemez, muhâkeme edemez hâle gelmesidir. Hayret, ya delîlde olur veya medlûlde. Allâh’ın varlığını isbatlayan delilde hayrete düşmek zındıklıktır, mülhidliktir. Medlûlü, yani delille varılan Hakk’ın tecellîlerini temâşâda hayrete düşmek ise, sıddîklıktır. (Ebû Nasr es- Serrâc, Luma’, Kahire 1960, s. 421) “Hayret makamı”, çok yüce bir makamdır. Bu mertebede, Cenâb-ı Hakk’a tam bir yakınlık ve ma‘rifet vardır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Allâhümme zid tehayyüren fîk: Allâh’ım! Zâtında, sıfâtında, isim ve ef‘âlindeki hayretimi artır!” diye iltica etmişlerdir. (Li-muharririhî, Risâle-i Kibrît-i Ahmer, s. 13)

(47) Şeyh San‘an’ın hikâyesi, A. Gölpınarlı’nın Mantıku’t-Tayr tercemesi (MEB, İst. 1990, s. 95-127) ve diğer bazı eserlerden derlenmiştir.
(48) Ülû’l-azm, terkip olarak azim yani kesin karar sahipleri demektir. İslâmî ilimler ıstılâhında ise, beş büyük peygambere verilen ortak ünvandır. Bunlar; Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsa, Hz. Îsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (salavâtullâhi teâlâ ve selâmühû aleyhi ve aleyhim ecmaîn).
(49) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, (Sadeleştiren: M. Fuad Başar) Âlem Tic. ve Yayıncılık San., İstanbul 2003, s. 202-203.
(50) Kur’ân-ı Kerim, A‘raf sûresi, 7/175-176; Elmalı’lı, a.g.e., 4, 2335-2336; Erol, Ali, a.g.e., s. 84.

Bunlar da hoşunuza gidebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.