Bismillâhirrahmânirrahîm Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn,Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn.

Seyda Fadlullah Hazretleri anlatırdı, Mektubat-ı Kudsiyye’de İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle arz eder: “Kıyamete kadar tasavvuf bahçesine aday olabilecek; bu bahçeye dâhil olabilecek; bu bahçenin nasipdarı kim ise, kimin oğlu, kimin kızı, tüm sülalesi ile beraber ben onları bilirim; Allah Teâlâ bu ilhamı bana verdi.”

Ve yine Seyda (k.s) anlatırdı: Mevlana Halid-i Bağdadi, Şeyh Bahaeddin’in üstadı ve ayrıca müceddididir. Kendisi tasavvufa iltihak etmeden önce, Mevlana Halid’den rivayet eden bilgiye göre, bir defasında Bağdat’tan Medine-i Münevvere’ye kadar namaz kılmakla seferi iltika etmiştir. Belki bu bizim akıl ve mantığımıza çok uzaktır, bize göre belki mümkün olmayan bir şeydir. Lakin bir hakiki, bir ehl-i iman, ehl-i kitap o kanaattedir. Allahu Teâlâ peygamberlerine, peygamberlerin varislerine, Sadat-ı Kiram’a keramet ve mucize diyebileceğimiz şeyleri vermiştir.

Fakat ilmin, amel ve taatin zirvesinde olan Mevlana Halid, kendi içinde bir boşluk hissi olduğunu söylüyor: “Kalbimde bir boşluk var; Bağdat’tan Medine-i Münevvere’ye varana kadar Peygamber Efendimizi (s.a.v) ziyaret etmeme, o mesafe içerisinde namaz ile mesafeyi kat etmeme rağmen kalbimdeki boşluk dolmuyordu.” Sonra Kadiri tarikatından bir üstadın yanına gidip, ondan icazet alıyor fakat yine de kalbindeki boşluğun geçmediğini görüyor. Sonra Seyyid Abdullah Dehlevi’ye intisap ediyor. Kalbindeki boşluk hissinin bundan sonra geçtiğini ifade ediyor.

Yani ilmin zirvesinde olan bir Mevlana Halid müceddiddir. Müceddidliğinde hiçbir şek ve şüphe olmayan, ilmin zirvesinde, amelin zirvesinde, taatin zirvesinde, belki inancın bütün çerçevesini çok daha iyi bileceği bir kıvamda olan bir zat tasavvufa girmeden bir boşluktan bahsediyor ve o boşluğu doldurma adına bir çaba, bir gayret içerisine giriyor. En sonunda tasavvufi sahaya gidiyor, Seyyid Abdullah Dehlevi Hazretlerine intisap ediyor.

Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri gibi Seyda-i Tağî (k.s) de ameli taatin zirvesinde olan bir zât, kendi ameli taatinde “Benim tüm güvendiğim Gavs-ı Hizan’a (Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hazretleri) olan muhabbetimdir.” diyerek Allah’a bir muhabbet arz ediyor.

Seyda-i Tağî’nin  (k.s) Gavs-ı Hizan’a olan muhabbeti büyük bir sadakat içerisindeydi. Eğer delil isterseniz, Allah delil isterse, Peygamber (s.a.v) delil isterse, Gavs-ı Hizan delil isterse; delil sağ ayağının başparmağının kopmasıdır. Seyda-i Tağî (k.s); soğuk bir gecede, akşamdan sabaha kadar, karın altında Gavs-ı Hizan’a rabıtalı bir hâl içerisinde elinde testiyi düşürmeden tutmuş ve o soğuk gecede de sağ ayağının başparmağını kaybetmiştir.

Makul olan, mantıklı olan insanın aklının ve mantığının çözmediği şeyler muhakkak vardır. “Şu âlemde ben bir toz tanesi kadar değilim. Fakat cismaniyetim küçük olmasına rağmen içerisinde âdeta güneşi yansıtan, Allah’ın hilafetini temsil eden bir zerre olma hesabıyla, akıl ve mantığımın almadığı; kalbimin ihata edebildiği, idrak edebildiği bir kalp şuuru bende mevcut.” İnsan bu şekilde düşünürse büyüklerin izinden gitmesi, büyüklere ittiba’ etmesi, ruh ve kalp tedavisini bu insanların, bu büyük zevatların reçetelerine uygun bir şekilde hayatlarına tatbik etmesi aklen olması gereken bir şeydir. Onun için insanın teslimiyet babında, ihlas ve muhabbet namında bu üç düstura çok ehemmiyet vermesi gerekir.

Kişi şunu da bilmelidir ki; maneviyata adım attığı andan itibaren akla, mantığa, insanın hissiyatına şeytan ve nefs tarafından büyük bir hücum başlar. Ne şeytan ne de nefs boş duran, manevi anlamda belli bir gayret ve çaba içerisinde olmayan bir insan için boşu boşuna zamanını harcamaz; namazını gafletle kılanlar için şeytan zamanını harcamaz, nefs de harcamaz. Lakin maneviyat adına insanlar bir şeylere adım attığı andan itibaren bilmek lazım ki muharebe başlar: şeytan ve nefsin muharebesi. Ehl-i tasavvuf bu manada çok şanslıdır. Ehl-i tasavvuf muhabbeti vasıtasıyla gelen şeytani ve nefsanî hücum ve vesvese karşısında hiçbir şey hissedemez. İnşallah bu manada bir zararını da görmez.

Seyda-i Tağî’nin (k.s); o ilmin zirvesinde, ameli taatin zirvesinde olan, onca büyük insanın kalp boşluğunu, ruh tedavilerini tasavvuf ile görmelerinin bizim için bir şeyleri ifade etmesi icap eder. Eğer bir insan zaten kendi aklıyla, mantığıyla, hissiyatıyla, ilmiyle bir yerlere gelmiş olsa öyle kanaat etmek lazımdır ki hiçbir ulemanın, hiçbir müceddidin, hiçbir muhakkikin tasavvufa ihtiyaç duymaması lazım idi. Ama bu mübarek zatlar ilmin, takvanın belki zirvesinde olmakla beraber tasavvufa ihtiyaç duymuşlarsa ve bunu bu şekilde bizlere arz etmişlerse bizim gözümüzün, aklımızın, mantığımızın idrak edemediği ve görmediği bir şeyler vardır demek lazım.

Kâinat içerisinde olan bir zerreye ve bu zerrenin ne kadar büyük bir sorumluluk taşıdığına bakıldığı zaman demek ki insanın hakikaten bir rehbere, bir mürşide ihtiyacı var. Çünkü insan zerre olmakla beraber âdeta dağ gibi düşmanlara sahiptir ve bu düşmanlar onu hiçbir zaman yalnız bırakmaz. Bu düşmanlar ise harici değil, dâhilî düşmanlardır; insanın damarında gezen ve insana hükmeden ve insanı bilinç altına götüren, ona illüzyon yapan, hipnoz yapabilen çok büyük bir düşman… Büyük bir dağ gibi… Bu dağ gibi düşman hiçbir zaman uyumuyor, yatmıyor, zafiyete uğramıyor, sürekli insanın tahribatına yönelik bir çaba içerisinde ki böyle bir düşman görüldüğünde insanı Allah’a davet eden bir muhik[1] var.

Aşk, muhabbet, teslimiyet… Bu duyguları siz ya bu muhik insanın eline verirsiniz ya da kendinizi sizi saptıran enaniyet ve nefsin hizmetinde bulursunuz, enaniyet ve nefsin memnuniyeti için çalışırsınız. O da her an, her saniye hem de hiç acıma duygusu olmaksızın sizi cehenneme sevk etme adına çalışır.

Sürekli bir şeyleri beklemekten; “Yarın ne olacak, zaman bana ne gösterecek?” demekten daha tehlikeli bir şey yoktur. Yarınınızın dönüşü olmayan bir şey olma ihtimali yüksektir. İnsan hep yarını beklememeli. Ashâb-ı Kirâm’a baktığımız zaman, peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman, Sadat-ı Kiram’ın hayatlarına baktığımız zaman bir dakikanın, bir saniyenin büyük bir ehemmiyet arz ettiğini görürüz.

Hatta Seyda Fadlullah (k.s) diyordu ki “İnsan bir dakikaya, bir saniyeye ehemmiyet vermiyor; lakin insan bir saniye ile bir dakika ile ebedi bir saadeti inşa etme, ebedi bir rızayı inşa etme veyahut neuzubillah ebedi bir cehennemi inşa etme durumuna maliktir.” İnsanlar dakika ve saniyelerin üzerine kurulmuştur. Neuzubillah insanın ruhunda ve kalbinde hâsıl olan bir vesvese ve bu vesveselerin açtığı yaralar ve bu yaralar neticesinde Allah’a (c.c) karşı şek ve şüphe duyma, imanın esaslarına kuşku ile yaklaşmak ebedi bir cehenneminin inşasına sebebiyet veriyor.

Allah tarafından yapmanız gereken işi yapma noktasında bir süre vardır. İnsanın bu süreyi gafletle kullanmaması icap eder. İnsanın dünyada zevk ve sefa sürememek, gençliğini doyasıya yaşayamamak gibi bir üzüntüsü var. Allahu Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.v), Sâdât-ı Kirâm bizlere bu manada üzülmemeyi tavsiye ediyor, “Asıl bunu yapmakla şu anki lezzetlerinizi ebedileştiriyorsunuz, gençliğinizi ebedileştiriyorsunuz; ama Allahu Teâlâ tarafından bu verilen bu lezzetleri veyahut gençlik gibi bir nimeti dünyevi şeylere harcamakla aslında bu nimetleri siz bitirmiş, öldürmüş oluyorsunuz.” diyorlar.

İnsan kendi insaniyetini, lezzetini, nimetlerini ebedileştirmek istiyorsa ebedi olan Allah yoluna yönelmeli ki ebediyet bulsun. Allahu Teâlâ kabul eylesin. Din dünyanıza yardımcı olsun inşallah. Allah muvaffakiyetler versin.

&

“Tevvab” çokça tövbeleri kabul eden, demektir. Bir esvaba dâhildir. Allah’ın rahmeti insandaki merhamet ile kıyaslanmaz, Allah’ın şefkati insanın şefkati ile kıyaslanmaz. Yeter ki verilen süre içerisinde insan tövbekâr olsun, her bir hatanın arkasından tövbekâr olsun, hata bilinçli yapılmasın. Bilinçli yapılsa dahi tövbekâr olsun. Ama Allahu Teâlâ tövbeyi kabul ediyor diye insan günaha girmemeli.

İnsan inşallah bu manada her bir ayak sürçmesi ardından başını eğip “Ya Rabbi, sen dünyada iken sürenin bitmemesinden evvel ayet ile Peygamber ile ‘Tövbe ederseniz tövbenizi kabul ederim.’ diye bizlere duyurdun. Ben de bu manada samimi bir tövbe ediyorum. Ya Rabbi, yarın hata edersem bir daha tövbe edeceğim; nefsime hâkim değilim.” diye düşünerek tövbe ederse inşallah insanın tövbesi kabul edilir. Fakat süre bittiği andan itibaren, ölümden sonra kesinlikle hiçbir özür, mazeret, tövbe kabul edilmez.

Allahu Teâlâ tövbelerimizi kabul etsin, hizmetlerimizi kabul etsin. Tövbeyi istediğiniz gibi anlamayın, orada tereddüt yaşamayın. Sanki bir kereye mahsus bir tövbe verilmiş bize, bu tövbeyi son nefeste kullanacağım demeyin. İnsana verilen tövbe bir kere değil. Tövbe, günahın arkasından yapılması farz ve vacip olan bir şeydir. Kişi tövbesinde samimi olursa inşallah Allahu Teâlâ da tövbeyi kabul eder; çünkü Allah’ın rahmeti insanın rahmeti gibi değildir, çok geniştir.

&

İnsan ibadetini sanki onu bir an önce üstünden atması gereken bir yük gibi düşünerek yaparsa zarar eder. Nasıl ki insan vücudunun ayakta durabilmesi için gerekli olan besinleri yemezse zayıf düşer, çöker, ölür; işte ruhumuzu aç bırakmamak, zayıf düşürmemek için de namaza muhtacız; namaz yemeğine, sofrasına ihtiyacımız var; tasavvufa ihtiyacımız var. İnsanın şunu düşünmesi gerekir: Bir insan eğer susuz ise bu insana yüz bin çeşit tatlı da ikram edilse susuzluğu giderilemez. Ehli tasavvuf olan büyük insanların hayatına baktığımızda ne kadar huzurlu bir hayatları olduğunu görürüz, hâlbuki dışarıda büyük bir veballeri de vardır ama iç huzuru yakalamışlardır, hayatları Allahu Teâlâ’nın istediği mecrada akar, tabiat dışı akmaz.

Çoğu insan sadece bedenen yaşıyor, maddeyi yaşıyor, ruhi ihtiyaçlarını da farklı şeylerle gideriyor, örneğin gidip müzik dinliyor ya da aslında ihtiyacı olmayan başka bir meşgale ile ilgileniyor. İnsan âdeta susuzken zehir içiyor. Susuzluğu artıyor, artıyor, artıyor…

Hacı Bayram Veli’yi, Mevlana’yı takdir eden hiç merak etmiyor mu? Hacı Bayram Veli hangi hisle veyahut İmam-ı Rabbani hangi maddeyle bu makama ulaştı? Sadece namaz mı kıldılar veyahut o namazda nasıl bir huşu içindeydiler, o namaza nasıl vardılar, ne yaptılar? Hangi tedavi uygulandı onlara? İnsanlar bunları merak etmiyor aslında; meselenin sadece bilgi ile ilgili kısmıyla ilgileniyor, internete bakıyor, sözlü ve görsel olarak aklı aydınlanıyor. Bir reçeteyi okumakla insan tedavi olmaz. Bir reçetenin yazısını okursunuz bin defa, iki bin defa… Ama insanın baş ağrısını dindirmez bu eylem, ilacın kendisini kullanmak gerekir. İlacın nasıl kullanacağını söyler doktor; örneğin sabah akşam kullan, der. Yoksa kullanma fayda etmez. İnsan hiç okumuyor da… Okusa ayrı bir faydası var. İlim böyledir, ilim amelin reçetesidir. Amel tedavidir, haktır.

Hizmet adabına riayet edeceğiz, rabıta adabına riayet edeceğiz, sohbetin adabına riayet edeceğiz. Sohbeti yaptık, ilacı kullandık; ama zamanına riayet etmedik, şartına riayet etmedik veyahut onun miktarına riayet etmedik, ölçüsüne riayet etmedik, şartına riayet etmedik. İşte o zaman fayda da görülmüyor zaten. Tasavvuftaki düsturlara çok dikkat etmek lazım, şartlara riayet etmek lazım.

Fayda görenler bu şekilde görmüş. İnsan bir kere Allah rızasının arkasından koşacak. Niyet bu… İnşallah elde edilir, olacak da inşallah. Kendinizi iyi bir insan hâline getirirseniz Allah muhakkak sizden razı olacak. Ama Allah’ın benimsediği “O” insan modeli olmazsak Allah insandan razı olmuyor. Ama böyle Allah’ın benimsediği bir insan modeli var. O model Peygamber Efendimizdir (s.a.v), O bizim için numunedir. Peygamberlerin numunesi de Sadat-ı Kiram’dır. Seyda-i Taği bir peygamberin numunesidir. Peygamber Allah’ın istediği bir insan modeli, bir numune. Nelere riayet etmiş, etmemiş… O’nu bizlere gösteren numune Seyda-i Taği’dir, Hazret’tir; Seyda Fadlullah’tır (k.s). Bunlar âdeta küçük numunelerdir. O numunelerin tadına bakıp lezzetini alan, lezzetinin zevkini alıp anladıktan sonra da ifade edemeyen meseleyi anlamıştır. Allah kabul eylesin. Allah muvaffakiyetler versin.

Hizmetkârlık dahi büyük bir şeydir. Vazife, işte vazifemizi yapıyoruz. Eğer Allah vazifemizi kabul ederse… İlk önce Muhammedi Tarikatı, sonra Sıddıkıye, sonra Nakşıbendi olan bu yol Hz. Resulullah’ın yoludur. Ama bu öyle bir yoldur ki istisnasız hiçbir âlim bu meşrebe girmeden kalmamıştır. İmam-ı Nevevi istisnadır, İmam-ı Nevevi’nin tasavvuf dairesine girmeden tasavvuf ilmiyle kendini muhafaza ettiği söyleniyor; ama İmam-ı Nevevi’nin dışında hiç kimse yok. Tariki fıkıhta bir yol olduğu gibi, akaid yolunda bir yol olduğu gibi bu da Peygamberin kalbine, bizzat iç dünyasına, giden bir yol… Namazınız bir yoldur. O fıkıhtır. Hz. Resulullah’ın bizatihi kalbine giden bir yol… Bundan daha büyük bir nimet var mı? Essalamu aleykum.

Ve sallallahi aleyhi vesellem.

[1] Haktan ve doğruluktan ayrılmayan, adâletli, âdil.

Bunlar da hoşunuza gidebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.