share
share this article on digg Linkedin Üzerinde Paylaş Google+ Üzerinde Paylaş Facebook Üzerinde Paylaş
this

Zati Sıfatlar 1

0 yorum

Allah’ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret, İlim, Kelâm, Semi’, Basar, İrade).

Hayat: Allah Teâlâ’nın yaşaması demektir. Allah Teâlâ’nın ezelî bir hayatı vardır. Mevsufu olan Allah’a ait sıhhatli bir bilgiyi gerek­tirir.

 

Kudret: Gücü yetmek demektir. Yaratıklara tâalluk ettiği za­man tesir eden ezelî bir sıfattır. Bunun mânası şudur: Şüphesiz Cenabı Allah, ezeli ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve sermedi sıfa­tı olan kudreti ile her istediğini yapmaya gücü yetendir. Yâni Al­lah bir şeye gücü yettiği zaman bu olay kadîm olan (yaratılmamış olan) kudreti ile gücü ile meydana gelir. Yaratılmış varlıklarda ol­duğu gibi hadis olan bir kudret ile değil.

 

Cenabı Allah Hayyul – Kayyûm’dur: Yâni kendi zatı ile kaim olup yaratıkların varlığını da devam ettirmektedir. Allah ilk önce yoktan var ettiği varlıkları öldürdükten sonra tekrar diriltir. Allah her şeye gücü yetendir. Allah yaratıkları yaratmış, onlara hayat ver­miş, kudretinden kudret vermiş ve rızık vermiştir. Allah’ın her şeye gücü yeter olmasının mânası Allah’ın bu âlemi yaratması ile yarat­maması ona göre eşittir, demektir.

 

 

İlim: Allah’ın zatı sıfatlarından biri de ilimdir. İlim sıfatı, yara­tıklara tâalluk ettiği zaman bilgi meydana getiren ezeli bir sıfattır. Allah Teâlâ, bütün yaratıkları bilir, yükseklerde ve aşağılarda bu­lunanlar içinde zerre kadar hiç bir şey O’nun bilgisinden gizli de­ğildir. Cenabı Allah, gizli ve aşikâre her şeyin gizliden, de daha gizli­sini, gayba ait olan şeyleri bilir. Belki O’nun ilmi, ister parça olsun, ister tüm olsun, ister var olsun, ister yok olsun, ister mümkün ol­sun, ister mümkün olmasın, Allah’ın bilgisi her şeyi kaplamıştır. Cenabı Allah her şeyin zat ve sıfatını, kemâl tariki ile vasıflamış bulunduğu kadîm ilmi ile bilir, intikal, değişme, infial ve kabul yolu ile hasıl olan sonradan olma bilgi ile değil. Allah’ın şanı sonradan olma bilgilerden münezzehtir.

İmam Şafiî’nin arkadaşlarından İmam Abdülaziz el-Mekkî, Ha­life Memun’un huzurunda Allah’ın ilminden sorduğu zaman Bişr el-Merîsi ile yaptığı münazarayı hikâye ettiği kitabında şöyle diyor:

“Bişr el-Merisî demiştir ki: Allah cahil değildir, derim. Mermin soru­yu tekrarlayarak ilmin sıfatından sordu. Bunun üzerine İmam Abdülaziz el-Mekkı demiştir ki: Cehaleti nefyetmek bir övme sıfatı değildir. Zira bu direk de cahil değildir. Halbuki Cenabı Allah Kur’a-n-ı Kerimde Peygamberlerle melekleri ve inananları cehaletlerini nefyederek değil, ilim ile medhetmiştir. İlmi ispat eden, cehaleti nefyetmiş olur. Aksine cehaleti nefyeden ilmi ispat etmiş olmaz. Halka düşen görev, Allah’ın kendisi için ispat ettiğini ispat edip, nefyettiği­ni nefyetmek, terkettiğini terketmektir. Cenabı Allah şöyle buyuru­yor:

Yaratan bilmez mi? O, lâtifdir, her şeyden haberdardır.”

“Gaybın anahtarları Allah katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir dane, yaş ve kuru her şey Allah’ın emridir. O Allah’tır ki sizleri geceleyin uyuta­rak ölü gibi yapıyor, gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Nihayet dönüşünüz O’nadır.”

Bu âyetlerde yaratıklardan da ilim sahipleri olduğuna işaret

“Eğer Allah ezelî bilgisinde onlarda bir hayır takdir etseydi, el­bette onlara duyururdu, (bu durumlarında) Allah kulaklarına soksa bile yine onlar, muhakkak ki (Haktan) yüz çevirerek döner gi­derlerdi. (İmandan çıkarlardı.”

Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa (dünyaya) geri çevrilselerdi, o ahkonmak istendikleri fenalığa yine döneceklerdi. Şüphesiz ki onlar yine yalancıdırlar.”

Cenabı Allah, kötülük işleyenlerin yeniden dünyaya döndürülmeyeceklerini bilmesine rağmen, geri döndürüldükleri takdirde, kendilerine yasaklanan şeyleri yine yapacaklarını ezelî bilgisi ile haber veriyor. İşte bu âyet-i kerîme’de Rafızî ve Kaderiye inancına mensup olan kişilere reddiye vardır. Çünkü onlar, Allah’ın, bir şeyi yaratmadan önce bilmeyeceği inancındadırlar.

 

Kelâm: Allah’ın zatına ait sıfatlardandır. Zira Cenabı Allah, ezelî sıfatı olan kelâm sıfatı aracılığı ile konuşur. Bu kelâm sıfatının tezahürü harflerden teşekkül eden ve Kur’an diye isimlendirilen nazm-ı ilâhîdir. Yâni Kelâm-ı nefsî’nin tezahürü kelâm-i lafzî’dir. Zira bir emir vermek, bir şeyi yasaklamak, bir şeyden haber ver­mek isteyen kimse içinde bu hususta bir mâna bulur; sonra bu mânayı yazı, ifade, yahut işaretle anlatır. Kelâm, yani konuşma sıfatı ilim değildir. Zira insan bilmediği bir şeyden de haber verir, belki haber verdiği şeyin hilafını bilir. Kelâm iradeden de başkadır. Zira insan, yapılmasını istemeden bir emir de verebilir. Meselâ; hizmet­çisinin emirlerine uymadığını ve kendisine âsi olduğunu duyurmak için ona bir emir verir, fakat yapmasını murad etmez. İşte bu türlü kelâm’a Kelâm-i Nefsi denilir. Nitekim Cenabı Allah Kur’an-ı Ke­rîmede bundan bahsederken münafıklar ve Yahudilerden hikâyeten şöyle buyuruyor:

Onlar kendi aralarında: Allah bizi söylediklerimiz sebebiyle azaplandırsa ya! derler.”

Şâir Ahtal bir şiirinde şöyle diyor:

“Şüphesiz söz, kalpte olandır.”

Lisan ancak kalptekine bir delil kılınmıştır.

Hz. Ömer (r.a.) ise şöyle buyurmuştur:

“Ben kendi içimde bir makale dizdim.”

Cenabı Hakk’ın kelâm sıfatının varlığına delil İcmâ-i Ümmetle peygamberlerden bizlere kadar intikal ettiği üzere yüce Allah’ın kendilerine hükümlerini açıklamayı vahyetmesidir. Ancak şu var ki Cenab-ı Allah’ın kelâmı harf ve ses cinsinden değildir. Allah Teâlâ konuşur, emreder, yasaklar, haber verir denildiği zaman şu mâna­dadır. Allah Teâlâ’nm kelâmı bir tek sıfattır. Kelâm sıfatını emir, yasak ve haberlere göre çoğaltmak, ilim, kudret ve diğer sıfatlarla ilgisinin muhtelif olması iledir. Zira bu sıfatlar birdir. Çokluk ve hudûs ise ancak nisbetlerde olur. Emredenin bilgisinde emredilenin var olması kâfidir. Hâsılı bu ses ve harflerden meydana gelen ve mahalleri ile kaim olan sonradan olma kelâm-i lafzî’ye Allah’ın ke­lâmı ve Kur’an adı verilir.

 

Allah’ın Konuşması Nasıl Olur? :

 

Konevî “Umde” şerhinde diyor ki:

“Ehl-i Sünnet, eşyanın varlığı­nın Allah Teâlâ’nın “Kün” emrine taalluk ettiğine inanmazlar. On­ların inancına göre belki eşyanın varlığı Allah’ın icad ve yaratma­sına tâalluk eder. Allah’ın icad ve yaratması ise O’nun ezeli sıfatı­dır. Bu söz, Allah’ın yaratması ile maksadın süratle meydana gel­mesinden ibarettir.

Eş’arilere göre ise eşyanın varlığı Allah’ın ezelî kelâmına taal­luk eder. “Te’vîlat” şerhinde de böyle kaydediliyor. “Tefsir’ul-Teysîr”de Cenabı Allah’ın:

“Allah Teâlâ bir işe hüküm verdiği zaman yalnız ol, der olur.”

Âyeti tefsir edilirken şöyle deniliyor: Cenabı Allah bu ayette eşyayı “ol” emri ile muhatap kıldı, bu hitap sebebiyle var olur, mâ­nasını kasdetmemiştir. Zira bu emir gerçekten eşyaya hitap kılnırsa o takdirde ya yokta olan şeye hitap yapılmış olacak ve bu hi­tap sebebiyle var olmuş olacak, yahut da var olan bir şeye var ol­duktan sonra hitap olacak. Yok olan bir şeye hitap olması caiz de­ğildir. Çünkü herhangi bir şey ortada yoktur, yok olan bir şey na­sıl muhatap olur? Var olan bir şeye hitap vaki olması da caiz değildir. Çünkü var olan şey vardır. Ona nasıl var ol denilebilir?

Âyetteki ifade şu noktayı beyan ediyor: Cenabı Allah bir şeyi yaratmak isteyince o şey var olur.

Eğer denilirse ki: Allah’ın icadı ile vücud meydana geldiği zaman bu “ol” emrinin faydası nedir? Deriz ki: bu emrin faydası Al­lah’ın büyüklüğünü ve kudretini göstermektir. Nitekim Cenabı Al­lah kabirde bulunan ölüleri diriltecek, lâkin sûra üflemek suretiyle diriltecek. Yahut denilebilir ki aklî deliller eşyanın varlığının icat ile var olduğuna delâlet eder. Kesin nakli deliller de o icadın bu emir vasıtasıyla olduğunu beyan ediyor. Bu sebeple faydasını aramakla meşgul olmadan âyetlerin hükmünün gereği ile amel etmek vacib olmuştur. Müteşâbih âyetlerde olduğu gibi. Bu âyetlerin te­vili ile meşgul olmadan onlara iman etmek vaciptir.

Fahr’ul-İslâm Pezdevî “Usûl” adlı kitabında Allah’ın “Kün” emrinden maksadın, Eş’arî mezhebine uygun olarak icad mânasında mecaz olan bu kelime konuşmanın hakikati olduğuna işaret et­miştir. Zira bu söz üzerine istenilen şeyi ispat etmek için âyete da­yanmak daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, bundan, konuşmanın haki­kati kaydedildiğine daha çok delâlet eder. Çünkü burada emir mü­kerrerdir. Diğer âyetler ise böyle değildir.

Pezdevî’ye şöyle cevap verilmiştir. O’nun mezhebi Eş’arîlerin mezhebinden ayrı değildir. Zira Eş’arî’ye göre eşyanın varlığı “Kün-Ol” hitabı iledir, başka türlü değildir. Ehl-i Sünnet’e göre ise Al­lah’ın icadı iledir, başka bir şey ile değildir. Pezdevî’ye göre ise eş­yanın varlığı Allah’ın icadı ve hitabı ile vücut bulmuştur. Böylece Pezdevî’nin görüşü üçüncü bir mezheb olmuştur. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.

Cenabı Allah yarattığı mahlûkattan biri ile konuşacağı zaman Allah’ın emri ile Levh-i Mahfuz’da yazılan Kadîm kelâmına delâlet eden kelime ve harflerle yazılmış bulunan kelâmı ile konuşur, ha­dis olan kelâm ile konuşmaz. Zira hadis olan kelâm, O’nun kelâmı­na delâlet eden harfler ve kelimeler olup Allah’ın zatı ile kâim olan kelâmın hakikati değildir. Zira Allah kelâmı diğer sıfatlarda oldu­ğu gibi yaratıkların kelâmına benzemez. Cenabı Hak bir âyette şöy­le buyuruyor:

“Hiçbir insan yoktur ki, Allah onunla (doğrudan doğruya) ko­nuşmuş olsun; ancak vahyile, yahut perde arkasından, yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dilediğini vahyetmesi suretiy­le olur.”

Yâni Cenab-ı Allah peygamberlere yaptığı gibi, rüyada da kuluna vahyeder, yahut Allah velilerinde olduğu gibi ilham eder.

“Allah Ömer’in lisanı üzre konuşur” mealindeki hadîs-i şerif de bu mânada söylenmiştir. Perde arkasından konuşma, Musa Aleyhisselâm’da olduğu gibi Allah’ı görmeden kelâmını işitmek suretiyle olur. Yahut Cebrail Aleyhisselâm gibi bir melek göndererek bu melek vasıtasıy­la vahyeder. Yâni elçi olan melek kul ile konuşarak rabbinin emri­ni tebliğ eder.

Allah’ın kelâmı kendi zatı ile kâimdir. Mûtezile’ye göre ise du­rum böyle değildir. Mutezile Allah’ın, başkası ile kaim olan bir ke­lâm sıfatı ile muttasıf bulunduğu ve Allah’ın böyle bir sıfatı bu­lunmadığı görüşünü benimseyerek, şöyle demişlerdir: Allah’ın kelâ­mı harfler ve seslerden meydana gelir ve Allah bu kelâmı Cebrail aleyhisselâm’da, Hz. Peygamber’de ve Levh-i Mahfuz’da olduğu gi­bi başkalarının ağzında yaratır.

Hanbelilerin sapıkları da şöyle demişlerdir; Allah’ın kelâmı harf ve seslerden ibarettir. Bu harfler ve sesler Allah’ın zatı ile kâ­imdir. Allah’ın zatı ise kadîmdir. Onların bir kısmı cehaletlerinde mübalağa ederek şöyle demişlerdir: Mushaf’ın cilt ve kâğıdı dahi kadîmdir. Nerde kaldı ki sayfaları. Bu söz bizzarure batıl bir söz­dür ve hissi bir davranış icabı olarak inatlaşmadır. Çünkü “Bismillah”taki “ba”nin “sin”den önce olduğu gözle görülüyor.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*