Fütüvvet

31. Fütüvvet
Yüce Allah: «Şüphesiz ki onlar Rablarına iman eden yiğit kimselerdir (fitye, fetâ) biz de onların hidayetlerini artırmışızdır». (Kehf, 18/13) buyurmuştur (104).
.
Bir kul din kardeşinin ihtiyaçlarını görmeye ve ona yardım etmeye devam ettikçe Allah Taâlâ o kuluna yardım eder de eder» buyurmuştur (105).
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Bir kul din kardeşinin ihtiyaçlarını görmek için ona yardım ettiği müddetçe, Allah Taâlâ da daimi surette ona yardım eder» (106).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işitmiştim: «Bu ahlâkî vasıf (fütüvvet) kâmil mânasıyle Resûlüllah (s.a.) dan başkasında tecelli etmemiştir. Kıyamet günü bütün insanların nefsim, nefsim… Ben, ben… diyecekleri bir zamanda O (s.a.) ümmetim, ümmetim… diyecektir» C107).
Cüneyd diyor ki: «Fütüvvet Şam´dadır, lisan Irak´tadır. (Fütüvvet en güzel şekilde Irak´ta anlatılmıştır). Sıdk ve doğruluk Horasan´dadır» .
Fudayl b. İyaz, «Fütüvvet dostların kusurlarını hoş görmektir»,demiştir.
Ebu Bekir Verrak, «Fetâ, hasmı bulunmıyan kimsedir», der. (Yâni fütüvvet ehli o kadar kâmil bir ahlâka sahiptir ki, kimse ona hasım ve düşman olmaz).

Muhammed b. Ali Tirmizi, «Fütüvvet, Rabbın için (Onun rızâsını kazanmak gayesi ile) nefsine hasım ve düşman olmandır», diyor.
Derler ki: Fetâ hiç bir kimseye hasım ve düşman olmayan kimsedir.
bahâdır, dilâver, babacan, kahraman, cesur, yürekli, cömert mânalarına gelir. Bu tarz harekete fütüvvet, bu harekete mensup olanlara ehl-i fütüvvet denir.
Fütüvvet tasavvufi muhit içinde 3/IX. asırda doğmuş olan bir cereyandır. Bu cereyana bir İslâm şövalyeliği nazarıyla bakanlar olmuştur. Gerçekten de fütüvvetin seyfî ve askerî kolu yiğitliği ve cesareti esas aldığından bir nevi şövalyeliktir denilebilir, fakat fütüvvet cesaret, yiğitlik ve mertlikten ibaret değildir. Diğergamhk, cömertlik ve şefkat de fütüvvetin esasını teşkil eder. Bu bakımdan fütüvvete bir İslâm hümanizmi nazarı ile bakılabilir.
Fütüvvet: Başkasını nefsine tercih etmek (Altürizm), kâmil mânada mürüvvet sahibi olmak, demektir. Fütüvvet sofranda yemek yiyen velî ile kâfir arasında fark görmemektir. Yani din, ırk, dil ve inanç farkı gözetmemektir.

yiğitlik gösterdikleri için Ashab-ı kehfe fitye adını almışlardır, denilmiştir) .
Şöyle de denilmiştir: Fetâ, putu kıran kimsedir. Allah Taâlâ: «Adı İbrahim olan bir fetânm onlara nasihat ettiğini işittik», «O putları paramparça etmişti». (Enbiya, 58/60) buyurmuştur.
Bir kimsenin nefsi onun putudur. Hakiki fetâ (yiğit ve kahraman) nefsinin hevâ ve hevesine muhalefet eden kimsedir.
Haris Muhasibi, «Fütüvvet, insaf etmek, fakat insaf beklememektir», demiştir. (Vazifeyi yapman, fakat hakkını istememendir). Amr b. Osman Mekkî, «Fütüvvet güzel ahlâktır», der. Cüneyd´e fütüvvetin ne olduğu sorulmuş, o da, «Fütüvvet fakirden nefret etmemek, zengine yaranmaya çalışmamaktır», diye cevap vermiştir. (Fakir ile zengini bir tutmak fütüvvettir).
Nasrabâzî der ki: «Mürüvvet fütüvvetin bir şubesidir. Fütüvvet ise dünya ve âhiretten yüz çevirmektir ve bunlara karşı ilgisiz (ve çekingen) davranmaktır». (Ameli sırf Allah için işlemek müessir ve sânî´de fâni olunduğu için eseri görmemektir).
Muhammed b. Ali Tirmizi, «Fütüvvet, evinde devamlı ikâmet eden biri ile iğreti oturan birini müsavi görmektir», der. (Yani evinde kısa süre misafir olan biri ile uzun müddet misafir olan diğer biri arasında fark görmemen; aylarca, hatta yıllarca evinde misafir olan birine evine yeni gelen bir misafir gibi davranmandır).
Ahmed b. Hanbel´in oğlu Abdullah, «Babam, fütüvvet nedir? sorusuna: Korktuğun şey (Cehennem) için arzu ettiğin şeyi (hevâ ve hevesi) terketmektir, diye cevap verdi», diyor.
Sûfîlerden birine fütüvvet nedir? diye soruldu. O da:´ Kulun, sofrasında yemek yiyen velî ile kâfir arasında fark görmemesidir, diye cevap verdi. (İhsan Rabbının rızâsında öyle fâni olmalıdır ki, sofrasında bulunan »sadık ile zındık arasında mevcut olan farkı görmemelidir) .
Ulemâdan birinin şunu anlattığını işitmiştim-. Mecusinin biri İbrahim Halil (a.s.) e misafir olmak istediğini bildirdi. İbrahim (a.s.), «Müslüman olman şartı ile kabul», dedi. Bunun üzerine Mecusî oradan ayrıldı ve yoluna devam etti. Bu hadise üzerine İbrahim (a.s.) e şöyle bir vahiy geldi: «Ey İbrahim! Kâfir olmasına rağmen biz bu zındıka elli sene var ki rızık veriyoruz, dinini değiştirmesini talep etmiyoruz. sen ona bir yemek yedirmeyi çok mu gördün? Bunun üzerine Hz. İbrahim arkasından koşup o mecusiye yetişti ve Allahtan gelen vahyi bildirerek misafiri olmasını rica etti. Bunun üzerine geri dönen
Mecusî müslüman oldu (ve ne hoş bir Rab, düşmanı için dostunu azarlıyor, dedi).
Cüneyd, «Fütüvvet, halka eziyet etmekten sakınmak ve elde olanı onlar için harcamaktır», (el-Cûd bi´l-mevcûd) der.
Sehl b. Abdullah, «Fütüvvet sünnete tâbi olmaktır», diyor.
Fütüvvet, icra ettiğin, fakat nefsine bir pay çıkarmadığın bir fazilettir, denilmiştir. (Fütüvvet, ortaya koyduğun bir fazilettir, fakat bu fazilet benden değildir, Rabbımın tevfiki ve ihsanı iledir, diye inanmak şarttır).
Fütüvvet, dilenci sana doğru yöneldiği zaman kaçmamandır, denilmiştir. Fütüvvet, ihtiyaçlarını arz için sana gelenlerden saklanmamandır, denilmiştir.
Fütüvvet, biriktirmemek ve özür dilememektir, denilmiştir. (Biriktirilene güvenmemek, elde mevcut olduğu halde istek sahiplerine mazeret beyan etmemektir).
Fütüvvet, nimeti açıklamak, fakat mihneti gizli tutmaktır, denilmiştir (Nimeti izhar şükür, mihneti gizli tutmak sabır ve tahammül sayılır).
Fütüvvet, sofrana on kişi davet ettiğin zaman, dokuz veya on bir kişinin gelmesi halinde bozulmamandır, denilmiştir.
Fütüvvet, fark görmemek, (terk-i temyiz) tir, denilmiştir. (İyilik ederken dost-düşman, ehil-ehil olmayan arasında fark gözetmemektir).
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin şunu anlattığını duymuştum: «Bir gün Ahmed b. Hadraveyh karısı Ümmü Ali´ye dedi ki: Bir ziyafet vermek istiyorum. Bu ziyafete Ayyâr ve Şâtır´ı davet edeceğim. Ayyâr ve Şatır o beldede bulunan fütüvvet ehlinin reisi idi. Karısı: Sen doğru dürüst fütüvvet ehline ziyafet verecek durumda değilsin, (reislerine nasıl vereceksin?) dedi. Ahmed: Bu işi behemehal yapmalıyun, dedi. Karısı: Eğer mutlaka bu işi yapman icabediyorsa koyunlarını, sığırlarını ve eşeklerini boğazla, o kadar çok et yığ ki, komşu, evlere gönderdiğin etler (ihtiyaçları kalmadığı için) evine geri gelsin, (yiyen olur mu olmaz mı demeden çok sayıda hayvan kes) dedi. Ahmed: Koyun ve sığır kesmenin mânasını anlıyorum, fakat eşek kesmekten maksadın nedir? Bunu anlayamadım, dedi.
karısı etin çok olması için dedi. Ahmet ziyafetteki yiyeceklerin helal olması için araştırma yapmıştı ancak bilemiyorum, yeneceklerin helal olması için elimden geldiği Kadar çalıştım, ancak patlıcan hakkında araştırma yapamadım, dedi. Sabah olunca patlıcan satan adama gidildi: Patlıcanı nasıl aldın? diye soruldu. Adam: Param yoktu, gittim falan yerden patlıcan çaldım ve sattım, dedi. Yenen patlıcanı helal kılsın diye satıcı, tarla sahibinin yanına götürüldü, durum anlatıldı. Tarla sahibi: Tarlamdan alınan bin adet patlıcanı helal kılmamı mı istiyorsunuz? Bırakın onu, ben patlıcanın bittiği tarlayı da, tarlayı sürdüğüm bir çift öküzü de, sabanı ve eşeği de bu zata bağışladım, ümit ederim ki bu sayede bu nevi hareketlerden vazgeçer, dedi. (Fütüvvette kemâl budur).
Naklederler ki: Adamın biri bir kadınla evlenmişti. Cinsi temastan önce kadının rahminde cedrâ (ur, kabarcık) denilen bir hastalık zuhur etti. Adam önce gözüm ağrıyor, dedi. Sonra gözlerim âmâ oldu, dedi. Gelin geldi, adam gerdeğe girdi, yirmi sene süren bu evlilikten sonra kadın vefat etti. O zaman erkek gözlerini açtı. Adama bu durumun sebebi sorulunca-, âmâ olmuş değildim, fakat kadın mahzun olmasın diye âmâ göründüm, diye cevap verdi. Bunun üzerine adama: Fetâları geçtin, baş fetâ oldun, denildi. (Adamlık, insanlık, mürüvvet, mahlukâta şefkat bu ölçüde olmalıdır).
Zunnûn Mısri diyor ki: «Zerafet ve fütüvvetin ne olduğunu öğrenmek isteyenler Bağdat´ta su satan sakilere baksınlar, demiş. Bunun ne demek olduğunu soranlara meseleyi şöyle izah etmişti: Zındık olmakla itham edilerek Bağdat´a Halifenin yanına gönderildiğim zaman başında ince ve zarif su testileri bulunan bir sâkî görmüştüm. Bu Sultanın sakisi midir? diye sordum. Hayır! Bu halk sâkîsidir, dediler. Bunun üzerine testiyi aldım, suyunu içtim, yanımda bulunan adama: Buna bir dinar ver, dedim. Fakat sâkî parayı almadı ve: Sen esir, (tutuklu) sin senden ücret almak fütüvvete sığmaz, dedi».
Dosttan kâr etmek fütüvvete sığmaz, denilmiştir. Bu sözü dostlarımızdan biri (r.a.) söylemiştir.
Ahmed b. Sehl adında tüccar bir fetâ vardı, kendisinden beyaz bir kumaş satın almıştım. Fakat benden sadece sermaye olan ücreti almıştı. Kâr almayacak mısın? dedim. Bana şu cevabı verdi: Kumaşın maliyeti olan parayı senden aldım, böylece seni mihnet altında bırakmadım.
Bir mecliste fütüvvet ehli zatlar vardı, yenilip içildikten sonra sıra el yıKamaya gelince, elinde birr idrik bulunan genç bir kız içeri girdi. Nişaburlu, elini yıkamaktan kaçındı ve: Erkeklerin ellerine kadınların su dökmeleri fütüvvete sığmaz, dedi. Orada bulunan fetâlardan biri dedi ki: Ben senelerden beri bu eve gelir giderim de, elimize su döken kadın mıdır, erkek midir bilmem. (Kadına su döktürmemek fütüvvettir, fakat ele su dökenin kim olduğunu bilemiyecek derecede fuzuli bakışlardan sakınmak daha mükemmel bir fütüvvettir).
Mansur Mağribî´nin şöyle dediğini işitmiştim: «Birisi Nişaburlu Ayyâr Nuh´u imtihan etmeye teşebbüs etti. Oğlan kıyafetine soktuğu bir cariyeyi erkek diye, Nuh´a sattı. Pazarlıkta satılanın gulam (erkek köle) olduğu da şart koşuldu. Cariyenin yüzü parlaktı. Nuh gulâmdır, diye bunu satın aldı, köle aylarca yanında kaldı. Cariyeye Nuh senin kadın olduğunu bilebildi mi? diye sorulunca: Hayır! O bana el bile sürmedi, benim oğlan olduğumu zan etmekte idi, diye cevap verdi». (Fetâ, nefsini şehvete ve dünyevi arzulara meyletmekten menedebilen kişidir).
Naklederler ki: Şuttar (şatır, ayyâr, fetâ) dan birine kendisine hizmet eden bir gulâmı (köle) sultana teslim etmesi teklif edildi. Fetâ (çok güzel hizmet eden gulâmı vermekten imtina etti ve) teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine kendisine bin kırbaç vuruldu, fakat o kölesini yine de vermedi. O gece tesadüfen fetâ ihtilâm oldu. Hava çok soğuktu, sabah olunca gitti, soğuk su ile gusletti, kendisine, canını tehlikeye attın, denilince şöyle dedi: Bir mahluk için bin kırbaç yeme hususunda sabrederken, Hakk rızâsı için soğuk havada soğuk su ile guslün sıkıntısına sabretmemek hususunda Allah Ta-âlâ´dan haya ettim. (Bu fetânın önce kölesi için dayak yemesi, sonra soğuk havada soğuk su ile Hakk rızâsı için gusletmesi ve kendini tehlikeye atması fütüvvettir).
Hikâye ederler ki; Fütüvvet ehlinden bir cemaat, fütüvvet ehlinden olduğunu iddia eden birini ziyaret etmişti. Adam kölesine: Sofrayı hazırla, diye emir verdi, fakat sofra hazırlanmadı. Adam ikinci ve üçüncü kere aynı emri tekrarladı. Misafirler birbirine bakıştı-

Sonra hizmetçi gulam sofrayı geciktirmesini anlatmak için dedi ki: Sofranın üzerinde bir karınca vardı. Üzerinde karınca bulunan bir sofrayı fütüvvet ehline takdim edebe yakışmaz. Karıncayı sofradan atmak ise fütüvvete sığmaz. Onun için karınca kendiliğinden sofradan ininceye kadar bekledim. Fütüvvet ehli olan misafirler dediler ki: Ey gulâm, edep ve fütüvvet konusunda çok ince düşünüyorsun, fütüvvet ehline senin gibi kimseler hizmet edebilir! (Hizmet edenle hizmet edilen arasındaki münasebet, sevenle sevilen arasındaki münasebet gibi idi. Hizmet edenler, hizmet ettikleri şahısların ahlâkını aynen iktibas ederlerdi).
Derler ki: Hacılardan birisi, Medine´de uyumuş, uyanınca para kesesinin çalındığını vehmetmişti. Keseyi aramaya başlayan adam bu esnada Cafer Sâdık´a rastlamış, yakasına yapışarak: Kesemi sen çaldın, demişti. Cafer Sâdık: «Kesede ne vardı?» diye sormuş. Bin dinar vardı, cevabını alınca adamı almış evine götürmüş, eline bin dinar saymıştı. Parayı alan adam evine dönmüş, içeri girmiş, çaldırdığını sandığı para kesesinin evinde olduğunu görünce doğru Cafer Sâdık´a gitmiş, özür dilemiş, paraları iade etmek istemiş, fakat Cafer paraları kabul etmekten kaçınmış ve: «Elimden çıkan bir şeyi bir daha geri almam», demişti. (Fütüvvet ve mürüvvet, insanlık ve adamlık budur). Bu durum karşısında adam: Bu zat kimdir? diye sormuş, kendisine: Bu zat Cafer Sâdık´tır, denilmişti.
Hikâye ederler ki: Şakik Belhi, Cafer b. Muhammed (Sâdık) e fütüvvetin ne olduğunu sormuş, o da: «Bu konuda senin fikrin nedir?» demiş. Şakîk de ona şu cevabı vermişti: «Verilirse şükrederiz, verilmezse sabrederiz, bize göre fütüvvet budur». Bunun üzerine Cafer, Medine´deki köpeklerimiz de böyle yapıyorlar, demişti. Şakik sormuş: «Peki ey Peygamberin kızının torunu, size göre fütüvvet nedir?» Cafer şöyle demiş: «Verilirse başkasını kendimize tercih ederiz (isâr, Allah bize verirse, biz de başkasına veririz); verilmezse şükrederiz». (Bunun üzerine Şakîk, «Allah peygamber göndereceği kabileyi gayet iyi biliyor», demişti).
Cerîri anlatıyor-. «Bir gece bizi Şeyh Ebu´l-Abbas b. Mesrûk evine davet etmişti. Yolda bir dostumuza rastladık, Şeyhin ziyafetine gidiyoruz, sen de bizimle gel, dedik. Davet edilmedim ki… dedi. Resû-lüllah (s.a.) Hz. Aişe için izin aldığı gibi, biz de senin için izin alırız, dedik. Arkadaşımızı aldık. Şeyhin kapısına varınca arkadaşımızdan bahsettik Ev sahibi çok sevindi. Ellerini
yer üzerine (yer üzerinde serili olan hasıra) koydu. Adam alındı ve ayağı şeyhin yanağı üzerine bastırıldı. Yüzü tahriş edilmeyecek bir şekilde şeyh yanağını yeryüzünde sürüye sürüye adamı oturacağı yere kadar götürdü». (Davetsiz gelen bir misafire bu kadar çok sevinmek ve ona bu ölçüde ilgi göstermek fütüvvetin icabıdır. Bir cemaat dostluktan bahsediyormuş. Orada bulunan bir zat: içinizde izin almadan gönül hoşluğu ile dostunun cebine elini sokarak oradan dilediği kadar para alabilecek biri var mıdır? diye sordu. Cemaat, hayır, diye cevap verdi. Adam: öyleyse uhuvvetiniz ve fütüvvetiniz kemâle ulaşmamıştır, dedi).
Dostların ayıplarını, bilhassa düşmanın şamata yapmasına vesile olacak kusurlarını gizli tutmanın fütüvvetin gereği olduğunu bilmek icabeder.
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Nasrabâzî´ye: Ali Kavvâl (ilâhici) gece içiyor, gündüz senin meclisine geliyor, diye sık sık şikâyette bulunulurdu. Nasrabâzî ise bu zat hakkında söylenen şeyleri dinlemezdi. Bir gün Ali´nin kötü hallerini anlatanlardan bir kişi ile yolda giderken tesadüfen Ali´yi bir kenara atılmış, üzerinde sarhoşluk alâmetleri zuhur etmiş, ağzı yıkanılacak bir vaziyette buldu, Nasrabâzî´nin yanında bulunan kişi içinden: Bu adamı şeyhe ne kadar anlattık, fakat dinlemedi, işte Ali şu anda tam bizim kendisine tasvir ettiğimiz vaziyette karşımızda durmaktadır, dedi. Nasrabâzî, Ali´ye baktı (ve keşke bu haline vâkıf olmasaydım, bu vaziyet gizli kalsaydı, diye düşündü, hoşnutsuz oldu. Sonra Ali´yi kınayan kişiye: Bunu sırtına al ve evine kadar götür, dedi. Adam şeyhin kendisine verdiği emre itaat etmekten başka çıkar yol bulamadı. (Bu hareketiyle şeyh müridine şunu anlatmak istemişti: Ali´nin kötü halini benden gizlemen, bu hali bana açmandan daha iyi olurdu. Halini bana açtın, bari Ali´yi evine götür de başkaları bu hale muttali olmasın. Böylece sen de cezanı çekmiş ol. Bir daha başkasını çekiştirme. Başkasının kötü haline vâkıf olmaktan kaçınmak, vâkıf olunca üzülmek fütüvvettir).
Murtaiş diyor ki-. «Bir cemaat içinde Ebu Hafs ile bir hasta ziyaretine gitmiştik, Ebu Hafs hastaya: Sıhhata kavuşmak ister misin? diye sordu. Hasta: Evet! diye cevap verdi. Ebu Hafs yanındaki cemaata bu adam için dua etmelerini söylei ve duaları makbul oldu.

DİPNOTLAR

104. Fetâ (Çokluk hali, fitye, fityân): Yiğit, mert, delikanlı, genç, babayiğit

105. Buharî, Rikâk, 7; Müslim, Birr, 15.
106. Müslim, îman, 82.
107. Buharî, Tevhid, 63; Müslim, İman, 82.

Bunlar da hoşunuza gidebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.