Melamet
Melâmet
Tasavvuf yolunun önde gelenlerinden bir kısmı melâmet yolunu tutmuşlardır. Mahabbetin hâlis olmasında melâmetin büyük bir tesiri ve tam bir meşrebi mevcuttur (108). Hak ehli olan bir zümre, bilhassa bu ümmetin uluları —Allah sayılarını daha da çoğaltsın — özellikle halkın levmine (melâmetine ve kınamasına- maruz kalmış-
108. Melâmet ve levm, kınamak, kötülemek, yermek ve zemmetmek mânasına gelir. Melâmet yolunu tutana; melâmet ehli, melâmi veya melâmetî denilir. Daima nefislerini kınadıkları için ve her zaman halk tarafından yerildiklerinden dolayı bu yolu tutanlara melâmet ehli adı verilmiştir. III/IX. asırda Irak mistiklerine sûfî, Nişabur ve Horasan mistiklerine ise melâmetî deniliyordu. Sûfüerle melâmetîler arasında bazı görüş ve davranış farkları vardı. Melâmetîler daha ziyade zühd, amel ve tatbikat üzerinde dururlardı. Sûfîler ayrıca nazarî konulara da önem verirlerdi. Sûfîler fena, sekr ve vecd gibi şeylerden bahseder, bir dava ve iddianın ifadesi olan Ene´l-Hakk gibi sözler söylerlerdi. Melâmetîler, dava ve iddiacılıktan şiddetle sakınırlar. Onların hiç bir iddiaları yoktur. Zaten nefislerinin iyi ve güzel bir tarafı bulunabileceği inancında da değillerdi. Onlar, iyi ve güzel olan her şeyin Allah´tan kötü ve çirkin olan her şeyin nefisten geldiğine (Bk. Nisa, 4/79) inandıklarından, Hakk´a ait olan şeyin kendilerine aidiyetini iddia etmekten uzak kalırlar. Sûfîler, tarikat âdâb ve erkânına fazlaca riayet ettikleri halde melâmetîler bu gibi şeylere önem vermezler. Sûfîler semâ ederler, melâmetîler etmezler. Sûfîler hırka giydikleri halde melâmetîlerin özel bir kıyafetleri yoktur. Aslında melâmet tenkide açık olmak, yapılan tenkitleri, müsamaha ve hatta memnuniyetle karşılamak, tenkitlere değer ve önem vererek ortaya çıkan gerçeklere göre kendine çeki düzen vermektir.
Ulu ve Yüce Allah, müminlerin sıfatından bahsederken, «Onlar, kınayanların kınamalarından korkmazlar. Bu, Allah´ın bir lutfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, her şeyi kuşatandır, bilicidir» (Maide, 5/54), buyurmuştur.
Şanı yüce olan âlemin ilahının sünneti ve âdeti şu esas üzerinde cereyan, etmektedir: Kendisinden bahseden ve kendisi ile bir alâka kuran herkesi, bütün dünya halkına levmettirir. Fakat kınanan kimselerin kalbini bu gibi levmlerle meşgul olmaktan muhafaza eder. Bu Hakk´ın bir gayreti ve kıskanmasıdır. O bu gayretle dostlarını başkalarını mülahaza etmekten korur. Ta ki, güzellikleri herhangi bir göz tarafından farkedilmesin, diye. Allah, onları, kendi kendilerini görmekten himaye eder, ta ki kendi güzelliklerini görüp kendilerini beğenmesinler, netice itibariyle kibirlenme ve kendini beğenme (ucb) âfetine düşmesinler, diye.
İşte onun için Hakk, haklarında ileri geri laf etsinler ve kınasınlar, diye halkı onlara musallat kıldı. Allah, halka nefs-i levvâme (kınayan nefs) verdi. Ta ki (iyi-kötü) onlar ne yaparsa yapsınlar halk kendilerini kınasın. Eğer kötülük yaparlarsa, kötülük yaptılar, diye, eğer iyilik yaparlarsa eksik ve kusurlu yaptılar diye (levm eden nefs) onları yani melâmetîleri kınar. Aziz ve Celil olan Allah´a giden yolda bu husus çok kuvvetli bir esastır. Zira bu yolda, insanın kendini beğenmişlik haline düşmesinden daha çetin bir perde, bir engel ve bir âfet yoktur (109).
Ucb denilen kendini beğenme hâlinin aslı ve menşei iki şeydir: Biri halk nezdinde itibar ve makam sahibi olmak, onlar tarafından methedilmeyi arzulamaktır. Şöyle ki, bir kimsenin hal ve hareketleri halkın hoşuna gider. O kimse, halkın hoşuna giden tavırlara sahibim diye kendi kendini metheder, kendini buna layık ve ehil görür.
109. Sa´dî der ki:
Günahkâr-i endişe-nâk ez Huda Besi bihter ez âbid-i hod-numâ
(Allah´tan korkan günahkâr, kendini gösteren ve beğenen âbidden çok daha iyidir).
— hoş bile olsa— halk ondan razı olmaz. Zira halk, Hakk dostlarının hal ve hareketlerini hakikat gözüyle göremezler. Melâmet ehli, mücâhedeleri ne kadar çok olursa olsun, bunu kendi kuvvet ve kudretlerinin neticesi olarak görmezler. (Hakk´a ait olarak görürler). Onun için de kendilerini beğenme hâline düşmez, böylece de ucb hâlinden korunmuş olurlar. Şu halde Hakk´ın kendisinden razı olduğu kimseden halk razı olmaz, Allah´ın beğendiğini insanlar beğenmezler. Kendini beğenen ve nefsine değer veren bir şahsı Allah beğenmez, ona değer de vermez. İşte Şeytanın misâli: İblis´i halk beğenmişti, fakat melekler onun tavrından hoşlanmamışlardı. Bizzat İblis de kendini beğenmişti. Ama Hakk tarafından beğenilmeyince, halkın onu beğenmesi başına lanet yağdırmıştı.
Melekler Âdem (a.s.)i de beğenmemişler ve: «Ya Rab, yer yüzünde fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?» (Bakara, 2/30), demişlerdi. Bizzat Hz. Âdem de kendini beğenmemiş ve: «Rab-bım, kendime zulmettim» (A´raf, 7/23), demişti. Lâkin Hz. Âdem Allah´ın takdirini ve rızâsını kazandığı için hakkında, «Unuttu ve biz onu azimli bulmadık» (Taha, 20/115), Yani Âdem, unuttuğu için günah işledi, yoksa onun bu işte kasdı yoktu, buyrulmuştu. Görülüyor ki, halkın (yani meleklerin ve İblis´in) Âdem´i beğenmemeleri, bizzat Hz. Âdem´in kendini beğenmemiş olması, hakkında rahmet vesilesi oldu. Bu hadise vesilesiyle Allah bütün mahlûkâtına şunu öğretmiş ve anlatmıştır: Bizim nezdimizde makbul olan, halk nezdinde (merdûd ve) metruktür, halkın makbulü olan da bizim nezdimizde mehcûr ve metruktür. (Halk nezdinde zındık olan Hakk nezdinde sıddik olabilir. Halkın menfuru ve merdûdu olan, Hakk´ın makbulü ve mahbubu olabilir). Bu durumun kaçınılmaz bir neticesi şudur: Halkın kınaması, Hakk dostlarının gıdası olmuştur. Zira melâmet Hakk dostlarının meşrebidir. Melâmette kabul (ve makbul olma) alâmetleri mevcuttur. Çünkü melâmette kurb. yani Allah´a yakınlık alâmeti vardır. Başkaları halk nezdinde makbul olmaktan ne kadar hoşlanırlarsa, melâmetiler de bilakis halkın merdudu olmaktan o kadar sevinirler.
Melamet üç şekilde gerçekleştirilebilir: istikamet, kast, terk.
İstikâmet üzre olma mânasındaki melâmet şöyle olur: Bir kimse ameli iyi bir şekilde ifa eder, dini hükümlere riayetkar olur, muamelelerinde dürüstlükten ayrılmaz. Fakat böyle olduğu için halk onu kınar, Halkın onun hakkındaki tutumu budur ama, o bunlardan hiçbirine aldırmaz, yoluna devam eder.
Kasd şeklindeki melâmet şöyle olur: Bir kimse halk arasında büyük bir makam ve itibar kazanmış olur. Halk arasında parmakla gösterilen bir şahsiyet haline gelir. Bu durumda kalbi makama ve itibara meyleder, tabiatı halk ile alâka kurmaya heves eder. Fakat o kalbini halkın itibar etmesi arzusundan tahliye ederek Hakk ile meşgul olur. Bunun için melâmet yoluna girmeye kendini zorlar, şeriatce zararlı ve sakıncalı bulunmayan bazı davranışlara teşebbüs etmek suretiyle halkın kendisinden nefret etmelerine sebep olan işleri yapacak kadar işleri ileri götürür. Halka karşı takındığı tavır bu olur. Bu suretle artık halk onunla ilgilenmez hale gelir.
Terk suretiyle melâmet şöyle olur: Küfür ve dalâlet, şeriatı terk etmeyi ve ona uymayı söyleyecek kadar tabii bir şekilde bir şahsı hakimiyeti altına alır. Ve bu şahıs yaptığı şeyin melâmet olduğunu söyler. Melâmette onun tuttuğu yol bu olur (Yani şer´i hükümleri terk eder ama bunun melâmet olduğunu söyler, dinî hükümlere uymamak için melâmeti yol ve vasıta olarak kullanır).
İstikâmet üzere olmak için melâmet yolunu tutan, münafıklığı (ve iki yüzlülüğü) kendinden uzaklaştıran ve riyadan sakınan şahıslar, halkın kınamalarından korkmazlar, her hal ve şart içinde hak bildirdikleri yolda yürürler, halkın kendilerine vereceği isim (sıfat, unvan ve lakab) ne olursa olsun onlar için müsavidir.
Şöyüe bir menkıbeye rastlamıştım: Şeyh Ebu Tâhir Haremi, bir gün eşeğe binmişti. Merkebin yuları müritlerinden birinin elinde idi. Böylece pazarda yürürken adamın biri: «Bu şeyh zındıktır», diye bağırdı. Bu sözü işiten mürit, şeyhin dervişi olmanın gayreti ve şevki ile «şeyh zındıktır» diye bağıran adamı taşlamaya teşebbüs etti. Derken bütün pazar halkı, ne oluyor, diye paniğe kapıldı. Bunu gören şeyh müridinin kulağına eğilerek dedi ki: Eğer sesini keser ve sual edersen sana açıklayayım bak şu mektuplara der ve
mektupların hepsini müridinin önüne serer. Görülür ki her şahıs bana bir mektup gönderir ve bunlardan her biri bana bir unvan ve lakabla hitap eder. Mektup yazanlardan biri bana şeyh ve imam lakabını, diğer dâhi şeyh unvanını, öbürü zâhid şeyh payesini, başka biri Haremeynin şeyhi ismini ve buna benzer unvanlar vermiştir. Dikkat et, bütün bunlar unvanlardır, isimler değildir. Ben, bütün bunlardan hiç biri değilim. Mektup yazanlardan her biri kendi inancına göre bir söz söylemiş bana bir lakab vermiştir. Eğer o biçare de kendi inancına göre_ konuşmuş ve bana bir lakab takmışsa, bunda kavga çıkarmayı gerektirecek ne var?
Melâmette kasd yolunu tutan, makam ve mevkii terk esasına riayet eden, halkla meşgul olmaktan kendisini uzak bulunduran ve böyle bir melâmet anlayışına sahip olan, Emiru´l-müminin Halife Hz. Osman (r.a.) gibi olur. Rivayet ederler ki, Hz. Osman halife bulunduğu sıralarda bir gün hurma bahçesinden dönerken sırtına odun yüklenmişti. Halbuki o zaman dörtyüz köleye sahip bulunuyordu. Ey müminlerin Emiri bu ne hal böyle?, denilince, dedi ki: «Kendimi denemek istiyorum! Gerçi benim bu işi görecek hizmetçilerim vardır. Ama istiyorum ki nefsimi tecrübe edeyim, böylece halk nezdindeki itibarım ve mevkiim, nefsimin herhangi (iyi) bir işi yapmasına engel olmasın».
Bu menkıbe Melâmetîliğin (eskiden beri) mevcut olduğunu açıkça gösterir. Bu mânaya gelmek üzere Ebu Hanife (r.a.) ye ait bir menkıbe de mevcuttur. O menkıbe bu kitapta ilerde yeri gelince görülecektir (110).
110. Hucvirî, îmam-ı Azam´dan bahsederken onun melâmetî-meşreb olduğunu şöyle anlatır: Devrin halifesi Cafer Mansur, Kadulkudat olmasını teklif ettiği zaman, Ebu Hanife gösterilen itibarı ve teveccühü kendisinden şöyle uzaklaştırmıştı:
«Ya emîre´l-müminîn, ben Arap olmayan bir kişiyim, Arapların mevâlisindenim, Arapların ileri gelenleri benim vereceğim hükme razı olmazlar. Halife: Bu işin neseple alâkası yoktur. Bu vazife için ilim gerekir, zamanımızdaki ulemanın önde geleni sensin, demişti.
îmam-ı Azam: Ben bu işe lâyık değilim demiş ve meseleyi şöyle izah etmişti: «Ben bu işe lâyık değilim» demem şu iki ihtimalin dışına çıkmaz: Eğer bu sözü doğru ve samimi olarak söylüyorsam, bu işe lâyık olmadığımı bizzat kendim ifade etmiş oluyorum. Yok eğer bu sözümde yalancı isem yalancı birinin böyle bir göreve atanması doğru olmaz.
Bir gün Bayezidi Bestami çarşıya gelince heybesinden ekmek çıkardı ve yemeye başladı, O gün Ramazan idi. Bunu gören halk onu yalnız başına terkederek derhal kendisinden uzaklaştılar, dönüp işlerine gittiler. Bunu gören Bayezid, sohbetinde bulunan müridine dedi ki: «Görüyor musunuz, şer´î bir meseleyi terkedince, halk beni nasıl tamamen reddetti ve terk edip gitti» (Seferde orucun tutulmaması bile melâmete ve halkın gözünden düşmeye kâfi gelmektedir).
Ben ki, Ali b. Osman Cüllabi´yün, —Allah beni başarılı kılsın — derim ki: Zamanımızda melâmet ve kınanmak için, yadırganan bir işi yapmak ve âdete muhalif olan bir şeyle ortaya çıkmak lazım gelmektedir. Şimdilerde, levm edilmek ve kınanmak isteyen bir kişiye «iki rekât namazı uzun olarak kıl veya dinî vazifelerini kâmil ve tam olarak yerine getir» de, göreceksin, hemen herkes ona müraî ve yalancı ismini verecektir.
Melâmette terk yolunu tutan, bunun için şeriata muhalefet ediyor gibi görünür.
isem, o zaman da yalan söyleyen birinin müslümanların kadısı ve hakimi olması uygun değildir. Zaten siz de size başvuran bir yalancıyı fetva konusunda nâib tayin etmeyi, müslümanların mal ve namusları ile ilgili davaları ona havale etmeyi caiz görmezsiniz. Allah´ın halifesi olarafc bunu caiz görmen nasıl mümkün olur? Ebu Hanife böyle dedi ve yakasını kurtardı.
Ebu Hanife, Kadılkudat olan Şüreyk ile olan münasebetlerini de kesmiş, bir daha onunla konuşmamıştı. Bu menkıbe, iki bakımdan İmam-ı Azam´ın kâmil bir hâle sahip olduğunun işaretidir: Birincisi îmam-ı Azam firâset sahibi idi, İkincisi Ebu Hanife selâmet, sıhhatli bir melâmet, halkı kendinden uzaklaştırmak ve halk nazarında itibar sahibi olmaya aldanmamak yolunu tutmuştu.
Bu hikâye melâmetin sıhhati için kuvvetli bir delildir. Zira îmam-ı Azam ve onun benzeri büyük âlimler birer çaresini bularak kendilerini halktan uzaklaştırmışlardı. Halbuki bugünün âlimlerinden hiçbiri böyle hareket etmesini bilmiyorlar, bu nevi davranışları inkâr ediyorlar. Sebep de, hevâ ve heveslerine iyice meyletmiş olmaları, hak yoldan kaçmaları devlet adamlarının ikamet ettikleri yerleri kendileri için kıble haline getirmiş olmaları, zâlimlerin saray ve köşklerini kendi mamur evleri vaziyetine sokmuş olmaları, zâlim ve cebbar devlet adamlarının onların altına serdikleri minderleri «Kabı kavseynna (Allah´a çok yakın olma) makamına denk tutmalarıdır. Onlar, bu nevi davranışlara uymayan herşeyi1 red ve inkar ediyorlar.
Halbuki bu davranış sultanın ve halkın kulu olmaktır. Çünkü bir kimse önce halkın makbul ve muteber saydığı bir zat olacak ki, ondan sonra halkın kendisini reddetmesinin bir mânası olsun, ortaya koyacağı bir davranış şekli sebebiyle halkın onu red ve levm etmeleri bahiskonusu edilsin. Halkın kabulüne maz-har olmamış birinin, reddedilmiş duruma düşmek için kendini zorlaması bir bahaneden başka bir şey değildir.
Bir kere bâtıl yolda olan bu nevi bir sahtekâr (muddei) ile karşılaşmıştım. Kendisinden bâtıl bir muamele ve iş zuhur etmiş, buna mazeret olarak ta Melâmetîliği göstermişti. Orada bulunan bir zat kendisine: Bu hiç önemli bir şey değildir (Melâmette bunun en küçük bir değeri yoktur) dedi. Bunun üzerine müddei, derinden bir âh! çekti. Muddeiye derhal şunu söyledim: «Be herif, şayet sen melâmet yolunun sâliki isen ve bunda da samimi isen, şu zatın davranışını red ve tenkit etmesi, mezhebini ve meşrebini te´kit etmekten başka bir şey ifade etmez. O, tuttuğun yolda sana muvafakat ettiğine göre bu husumet ve gadab neye? (Sen kınanmak istiyorsan, kızdığın kişi seni kınadı, neye öfkeleniyorsun?) Senin bu halin melâmetten çok davaya (ve sahtekârlığa) yakındır. Halkı (Hakk´a) davet eden herkesin, halkı bir işe davet ederken, bu iş hususunda Hakk´tan bir delile dayanmaları gerekir. Bu delil ise sünnete riayet etmek ve onu muhafaza etmektir. Görüyorum ki, sen halkı (Hakk´a) davet ettiğin halde farzları dahi açıkça terkediyorsun, hiç şüphe yok ki, bu iş İslâm dairesinin dışına çıkmaktır» 110a. Burada anlatılan melâmet VıXı asrın yarısına kadar mevcut olan melâmet anlayışıdır. Mevlevlyye, Kübreviyye, Câmiyye ve Bayramiyye gibi birçok büyük tarikatın kaynağı olan melâmet 400/1010 tarihinden evvel bozulmaya başlamış daha sonraki asırlarda bu bozulma nisbeti gittikçe artmıştır.
Câmî Nefahâtü´l-üns´te diyor ki: «Günümüzde melâmetî olduklarını iddia ettikleri, halde melâmet ehlinden olmayan bir taife vardır. Bunlar ihlas iddiasında bulunur, fisk ve fücur işlemekte çok aşırı gider, sonra da: Bundan maksadımız halkın bizi kınamasını temin etmek, onların gözünden düşmek ve itibarsız hale gelmektir. Allah´ın insanların ibadetine ihtiyacı yoktur, insanların işlediği günahtan Hakk zarar görmez. Günah, halkı incitmekten, taat ise onlara iyilik etmekten ibarettir, derler».
«Melamet selameti terketmektir» Bir kimse kendi selâmetini terkederse, her taraftan gelen belâ ve musibetler onu kuşatır. Celâli ve azameti temaşa iyi bir hatimeye sahip olma ümidi ile her nevi rahatından ve alışkanlıklarından uzaklaşır. Netice itibariyle halkın kendisini reddetmeleri suretiyle halktan ümidini keser. Tabiatında mevcut olan halka ülfet ve ünsiyet etme arzusunu içinden söküp atar. Çünkü bir kimse ne kadar çok halktan inkıta halinde bulunursa, o kadar fazla Hakk ile ittisal vaziyetinde olur. Bütün dünya halkının teveccüh ettiği şeyden —ki bu selâmettir— melâmet ehli yüz çevirir. Böylece melâmet ehlilin himmetleri( dert, düşünce ve arzuları) halkın himmetlerine muhalif olur, halkın himmetleri de onların himmetlerine zıt hale gelir. Bu suretle Melâmetîler, vâsıfları itibariyle vicdanî (veya vihdâni, yani tek) olurlar.
Nitekim Ahmed b. Fâtik, rivayet eder: Hüseyn b. Mansur, sûfi kimdir, sorusuna şu cevabı vermişti: «Sufi zatı vicdani (vihdânî, yani tek) olan kişidir».
Melâmetten sorulduğu zaman, Ebu Hamdun´un şöyle dediği rivayet olunur: «Melâmetin yolu çetindir, bu yol halka kapalıdır. Fakat yine de bu konuda azıcık bir şey söyleyeyim: Melâmet, Mürcie kadar Allah´tan ümitli, Mutezile kadar da endişeli olmaktadır». Bu manânın altında bir remz vardır.
Bil ki, insan tabiatı halk nezdinde ve insanlar katında ne kadar kabul görürse, Allah Taâlâ´nın huzurundan o kadar fazla uzaklaşmış olur. İnsan, kendisinden: «O iyi bir adamdır», diye bahseden ve kendisini öğen şahsa gönlünü´ verir, ruhunu feda eder, böylece Allah Taâlâ´dan uzaklaşmış olur. Endişeli kişi tehlikeli yerlerden uzak kalmak için devamlı surette çaba sarfeder. Bu çaba esnasında, talipler için iki tehlike kendini gösterir: Biri halk hicabı ve korkusu, diğeri Hakkı unutmak ve halka yönelmek.
Kalenderilik
Nafile ibadetlerin fazla olmasına önem vermeyen, farzlarla iktifa eden, kalbin huzur ve zevkinden başka bir şeye önem vermeyen, gelenek ve göreneklere aykırı davranmayı, halkın kınamasına, değer vermesine aldırış etmemeyi kendilerine şiar haline getiren kimselere «Kalender» denilir. Kalenderler, melâmet ehlinin değişik bir tipidir.. Kalenderlik adı altında zındıklık yapan kimselerin sayısı az değildir. Câmî, «Zamanımızda Kalenderlik adını alan zümreler İslâm ve şeriatla İlgisi bulunmayan künyelerdir», der.
surette halka hasım olma haline son vermek, şeriatça ne kebîre ne de sağire (büyük ve küçük günah) sayılmayan amellerle kalbini necata erdirmek için çalışmak, böylece halk tarafından reddedilmiş duruma düşmek, bütün bunların sonucu olarak muamele ve fiilleri hususundaki korkusu Kaderiye (ve Mutezile) korkusu gibi olmak, kınayanların muamelesi konusundaki ümidi Mürcienin ümidi gibi olmaktır.
(İslâm mezhepleri içinde amellerle ilgili olarak en çok korkan Mutezile´dir. Onlara göre büyük günah işlemek insanı İslâm´dan çıkarır ama kâfir yapmaz. İşlenen ameller konusunda en çok af ümid eden Mürciedir. Melâmetî, işlediği ameller konusunda Mutezile mezhebi mensupları kadar Allah´tan korkarken, kendisini levm ve tenkit edenlerin ilahi affa mazhar olacakları hususunda Mürcie mezhebi mensupları kadar ümitli olur. Ne dünyada ne de âhirette hiç bir kimseden davacı olmaz).
Hakiki mahabbet konusunda melâmetten daha hoş bir şey yoktur. Zira sevgilinin kınamasının, sevgilinin kalbi üzerinde bir eseri yoktur. Dost, dostunun mahallesinden ve köyünden başka bir yere uğramaz. Ağyar ve yabancı olanların, sevgilinin gönlünde hatırı sayılır bir ehemmiyeti yoktur (sadece dost dostunu levm eder). Çünkü melâmet âşıkların bahçesi, sevenlerin gezinti yeri, özlem içinde olanların istirahat mahalli ve müritlerin neşesidir. Melâmetiler, ins ve cin içinde kalbin selâmeti için bedenin melâmetini tercih etmiş olan yegâne taifedir. Mukarrebler, karûbîlerve ruhanîler de dahil olmak üzere, mahluklar içinde hiçbir fert bu dereceye sahip değildir. Önceki ümmetler içindeki zâhidler, âbidler, ve halkın ileri gelenleri içinde de bu rütbeye sahip olmak mümkün olmamıştır. Bu rütbe, sadece kalben înkita yolunu tutan bu ümmetin bu taifesine hastır.
Bana göre (melâmet değil de) melâmet talep etmek riyanın ta kendisidir. Riya da münafıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü mürâi halkın kabul ettiği yolu tutar. Melâmeti, kendini zorlayarak halk tarafından reddedilen yolu tutar. Her iki taife de, halkta kala-kalmışlardır (Hakk´a vâsıl olamamışlardır). Halktan uzaklaşmak için onların bir çıkış kapıları yoktur. Netice itibariyle iki taifenin biri
sohbetinde bulunmuştum. Sohbetimizi ilerletip biraz samimî olunca kendisine dedim ki: «Dostum, bu karışık hareketlerinizden maksadınız nedir?», «halkın benden uzak kalmasını sağlamak», diye cevap verdi. Dedim ki, «Halk dediğin şu insanların sayısı pek çoktur. Ömrünü, zamanı ve mekânı halkı kendinden uzaklaştırmak için müsait bulamazsın. O halde sen kendini onlardan uzaklaştır ki, bu meşguliyetlerden (ve karmakarışık işlerden) kurtulabilesin. Halkla meşgul olan fakat halkın kendileriyle meşgul olduğunu sanan bir zümre mevcuttur. Seni gören biri yok, bu muhakkak. Şu halde sen de kendini görme! Halindeki âfet senin gözündedir. Sonra senin başkalarıyle işin ne? Perhize devam etmekle şifa bulacak biri gıda peşinde koşarsa, o insan sayılmaz!»
Bir zümre daha vardır ki, halkın kendilerini hor ve hakir görme yolu ile nefislerini edeplendirmek için nefis riyazeti maksadiyle melâmet denemeleri yaparlar. Böylece nefislerinden intikam alırlar. Çünkü bu zümrenin geçirdikleri en hoş zaman, nefislerini belâ ve zillet içinde buldukları vakittir.
Rivayet olunur ki, İbrahim b. Edhem (r.a.) Efendimize: «Nefsinin muradına nail olduğunu hiç gördün mü?», diye sorulunca, şu cevabı vermişti: «Evet bunu iki defa gördüm. Bir kere bir gemiye binmiştim. Oradakilerden hiç biri beni tanımıyordu. Üzerimde eski bir elbise vardı. Saçlarım da uzamıştı. Gemideki ahalinin benimle alay etmeye ve dalga geçmeye müsait bir halde idim. Gemide yolcuların yanında maskaralık yapan biri vardı. Bu kişi her zaman bana gelir, saçlarımı çeker, sakalımı yolar ve dalga geçmek için beni hafife alırdı. İşte o an nefsimi muradına nail olmuş bir halde bulur, nefsimin zillet içinde olmasına sevinirdim. Nihayet günün birinde maskaralık yapan kişi kalkıp üzerime bevl edince sevincim son haddine ulaşmış oldu! Başka bir seferinde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bir kasabaya varmıştım. Kışın soğuğu iliklerime kadar işlemişti. Üzerimdeki abâ ıslanmıştı. Mescide vardım fakat içeri girmeme müsade edilmedi. İkinci, üçüncü., mescide vardım, yine aynı durumla karşılaştım. Nihayet aciz kaldım soğuk vücuduma iyice tesir etmişti. Gittim bir hamamın külhanına girdim. Abamı ateşin karşısında
kurutmak istedim oradan da koğuldum hayli sıkıntılı olan bir vakıa ile karşılaşmıştım. O zaman gitmiş, bu vakıa hail olununcaya kadar Bayezid Bistami´nin türbesinde mücavir olarak ikamet etmiştim. Bu sefer de yine oraya gitmeye karar verdim. Bu türbede mücavir olarak üç ay kaldım. Her gün üç defa guslediyor, otuz kere de abdest alıyordum. Bu vakıanın açılacağını ümit ediyordum. Lakin vakıa katiyen çözülmüyordu. Kalktım Horasan´a gittim. Bir gece Kümiş vilayetinde bir kasabaya ulaştım. İçinde mutasavvıflardan bir topluluğun bulunduğu bir hangaha gittim. (Tasavvufta) riayet edilen ananeler uyarınca yamalı ve sert bir abâ giymiştim. Yanımda, rusûm ehlinin âletlerinden olan bir asâ ile su tulumundan başka bir şey yoktu. Bu cemaatın gözünde pek ziyade hor ve hakir görülmüştüm. İçlerinden hiç biri beni tanımamıştı. Herbiri diğerine, benim kendilerinden olmadığımı söylemeğe başlamışlardı. Bunu söylerken bir gerçeği dile getirmiş oluyorlardı. Zira ben onlardan değildim. Fakat bu geceyi burada geçirmekten başka çarem yoktu.
O gece beni bir dama oturtturdular. Kendileri daha yüksek bir dama çıkıp orada oturdular. Beni kuru toprağa oturtturmuşlar, önüme de bayatlamış bir ekmek parçası koymuşlardı Yedikleri böreklerin kokusu bana kadar ulaşıyordu. Oturdukları yüksek damdan benimle alay etmeye de başlamışlardı. Yemek yeme işi bitince kavun yemeye başladılar. Alay etmek maksadıyla kabuklarını başıma atıyorlardı. Beni hafife almalarına gönül hoşluğu ile katlanıyor ve: «Ya İlahî, bunlar senin dostlarının ve sûfilerin elbisesini giymemiş olsalardı, onların bu muamelelerine tahammül etmezdim», diyordum. Bana yaptıkları hakaretler arttıkça, içimdeki neşe ve sevinç de fazlalaşıyordu. Nihayet bu sıkıntıya tahammül etmek suretiyle vakıam (manevi müşkilim ve derdim) halloluverdi. O zaman, şeyhlerin (r.a.), cahil kişilerin aralarına girmeleri için neden onlara göz yumduklarını ve sıkıntılarına katlandıklarını derhal idrak ettim.
(Sadece kılık ve kıyafet bakımından mutasavvıf olan bir zümrenin arasında kalmak bu kadar faydalı olursa, hakikî sûfiler arasında kalmanın ne kadar büyük faydalar temin edeceğini tasavvur etmek güç değildir).
