Gayret
35. Gayret*
Yüce Allah: «De ki: Rabbın fuhşun açık olanını da, gizli yapılanını da haram kılmıştır». (Araf, 7/33) buyurmuştur.
Resûlüllah (s.a.), «Hiç bir kimse Allah Taâlâ´dan daha gayretli değildir. Gayretli olduğu içindir ki, fuhşun açığını da, gizlisini de yasak kılnuştır», buyurmuştur (122).
Resûlüllah (s.a.),- «Şüphesiz ki Allah kıskanır, mümin de kıskanır„„, Allah Taâlâ´nın kıskanması (gayretullah) mümin kulun, üzerine haram kılınan şeyleri işlemesinden ileri gelir», buyurmuştur (123). Gayret (Kıskanma), Başkasının ortak olmasından hoşlanmamak, demektir. (Gayret, gayrın müşareketinden kerahettir). Allah Taâlâ ve Takaddes Hazretleri gayretle vasfedildiği zaman bunun manası şudur: Allah kulu üzerinde hakkı olan «Sadece kendisine ibadet edilmesini isteyen yaratıcıdır.
121. ibn Varrâk, Tenzih, II, 294.
? Gayret bahsini krş: Ta´arrof, 115.
122. Gayret: Kıskanma, rekabet hissi, tahammülsüzlük, can darlığı, kalp sıkıntısı, bir malın, bir mevkiin ve bir şeyin kendine has olması arzusu ve ihtirası, istibdâd. Burada kıskanmaktan maksat gayret-i diniyedir. Allah´ın yasak kıldığı şeylerin yapılması, emrettiği şeylerin yapılmaması karşısında duyulan kıskanmadır. Kıskanmanın haram ve mubah olan nevileri vardır. Hasedden farklıdır.
123. Buharî, Tevhid, 20; Müslim, Uan, 17; İbn Hanbel, II, 326.
kapalı bir perde kılarız». (İsra, 17/45) âyeti okunmuştu. Serî arkadaşlarına, «Bu âyette geçen perde (hicab )den maksat nedir bilir misiniz? Maksat gayret hicabıdır. Allah Taâlâ´dan daha kıskanç (gayur) biri yoktur», dedi.
Kuşeyrî der ki: Buradaki gayret hicabından maksat, Allah´ın kâfirleri dinin doğruluğunu tanımaya ehil kılmamış olması (ve onları bu gerçeği idrâk etmekten uzaklaştırması) dır.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) der ki: «Allah Taâlâ´ya ibadet konusunda ´ihmal gösteren tenbel kimselerin ayaklarına Hakk Taâlâ hızlan bukağılarını bağlar, bunların kendisinden uzak kalmalarını tercih eder, kurb (Allah´a yakınlık) mahallinden ırak olmalarını ister. Bunun için onlar da ibadet ve hizmetten ırak kalırlar».
Şu şiir bu makamda okunur:
«Ben sevgilimin özlemi içindeyim ama efendilerimin kötü düşüncelerinden kurtuluş çaresi bulamıyorum». (Yani bana sahip ve mâlik olan hevâ ve heves, şehvet, nefis, şeytan ve ihtirastan kurtulamıyorum ki özlediğim sevgilime gidebileyim, şer kuvvetlerine köle olmuşum).
Yine bu mânada olmak üzere:
«İyi olması istenmiyen bir hasta! İstenmiyen bir isteyen!» beyti okunur. (Rabbına taatta bulunmadığı için hasta, fakat hastalıktan kurtulması arzu edilmiyor, yüksek makamlar istiyor ama bu makamların ona verilmesi istenmiyor).
Üstad Ebu Ali (r.a.) nin, Abbas Zûzeni´den şunu naklettiğini işit-miştim: «Benim güzel bir başlangıç hâlim vardı, şimdiki hâlimle, muradımı elde edip maksadıma vâsıl olma hâli arasında kaç yüksek makamın kaldığını bilmekte idim. Gecelerden bir gece bir rüya gördüm: Sanki zirvesine vâsıl olmak için uğraştığım bir dağın tepesinden aşağıya doğru yuvarlanıyordum, uyandım ve çok üzüldüm. Tekrar uykuya dalınca bir rüya daha gördüm. Biri bana diyordu ki: Ey Abbas, Hakk Taâlâ, vâsıl olmak istediğin yere ulaşmanı murad etmiyor, fakat şu anda dilini hikmetli sözlerle açmıştır. Abbas diyor ki: Sabah olunca Hakk Taâlâ´nın hikmet söylemeyi bana ilham ettiğini müşahede etmiştim». (İnsan kabiliyeti dışında kalan şeyleri ele geçirmek için zorlamamalı, Hakk´ın ikâmet ettirdiği makamda gönül hoşluğu ile ikâmet etmeli, yüce makamları tahsile haris olmamalıdır).
Üstad Ebu Ali (r.a.) mecliste ders verdiği esnada orada hazır bulunanların zihinlerini karıştıran bir hâl vâki oldu mu: «Bu Hakk subhanehu ve Taâlâ´nın gayretindendir, mecliste hazır bulunanların vakti vakti sonuna kadar (bulanıklıktan uzak ve) safa içinde geçirmelerini murad etmemektedir». (Onlar bu yüksek hâle ehil değillerdir, Onun için kıskanmaktadır), derdi. Şu şiir bu mânayı ifade eder:
«Sevgili bize gelmeyi arzu etti, ama aynada yüzünün güzelliğini görmesi onu bundan caydırdı». (Bizim buna lâyık olmadığımızı gösterdi, meclis ehlinin bu feyze ehil olmadığını ortaya koydu).
Âşıklardan birine soruldu: O´nu görmek ister misin? Hayır, dedi Neden? diye sorulunca: Güzelliğini, benim gibi birisinin seyretmesinden O´nu tenzih ederim. (O´nu kendimden ve gözümden bile kıskanırım), dedi.
Şu şiir de bu makamda okunmaktadır:
«Gözümü, Sana bakmaktan kıskanıyorum. Onun için Seni görünce bakışlarımı yere çeviriyorum. Beni fitneye düşüren şemailini güzel tecellilerini hatırladığını görünce (beni kendimden geçiren mâl ve celâl fiillerini hatırladığını görünce) Seni Senden bile kıskanıyorum». (Onun için tahammül edemiyeceğim şekilde bana tecelli etmeni istemiyorum).
Şibli´ye soruldu: Ne zaman rahata kavuşacaksın? Cevap verdi: •O´nu (benden başkasının) hatırlamadığını ve zikretmediğini gördüğüm zaman!» (Benden başkasının O´nu hatırlaması beni kıskandırır, kıskanınca da rahatsız olurum. O´nu gafil olarak zikreden birini görmediğim zaman rahat edeceğim. Zira O´nun gafletle anılmasını kıskanırım}.
Biat için gelen bir Arap süvarinin, Resûlüllah (s.a.) in (nübüvvetini) tanımaz bir şekilde konuşması ve Resûlüllah´ın da bu konuşma tarzını kabul eder tarzda mukabelede bulunması meselesi hakkındaki hadiste deniliyor ki: «Arabın biri Resûlüllah´a: Allah Taâlâ´ya yemin vererek soruyorum, sen kimdensin? demiş. Resûlüllah da (Ben peygamberim dememiş ve sadece) Kureyş´ten bir kişiyim, diye cevap vermiş. Bunun üzerine orada bulunan Ashabtan biri Araba: Peygamberini tanımaman cefa olarak sana yeter, demişti»
Cahil insanların onu tanımalarını kıskanmıştı). Sonra Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bu hususu bir sahabenin diline tarif ettirmiş, Bedeviye anlattırmış ve onun için bu sahabe: ´Peygamberini tanımaman cefa olarak sana yeter´, demiş (ve onu kıskanmıştı)».
Sûfîlerden bazılarına göre gayret, bidayet ehli olanların sıfatlarındandır, (tevhid makamında temkin sahibi olan) muvahhid, gayreti (başkalığı) görmez, irâde ile muttasıf olmaz, âlemde cereyan eden hususlarda hüküm vermek yetkisini kendinde bulmaz, (kendisi fâni olmuştur). Eşyada hüküm verdiği hususlarda ne şekilde hüküm verilmesi gerektiğini en iyi bilenin Hakk Taâlâ olduğuna inanır (124).
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) nin Ebu Osman Mağribî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Gayret müritlerin amelidir, hakikat ehlinin değil». (Çünkü arifler fena ve cem´ hâlinde bulunurlar, Allah´tan başkasını, gayrı görmezler, onun için kıskanma bahiskonusu olmaz).
Sülemî´nin Ebu Nasr Isbehâni´den, onun da Şiblî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «İki türlü gayret vardır: Beşeri-nefsanî gayret, bu nefse güç gelir-, ilâhi gayret, bu da kalbe.güç gelir».
Yine Şiblî demiştir ki: «Nefesler üzerindeki ilâhî gayret bu nefeslerin mâsivallah´da (Allah Taâlâ´nın irâdesi dışında) harcanması ve zayedilmesidir».
Kuşeyrî der ki: Doğru olan, gayretin iki nevi olduğunu kabul etmektir: Hakk Taâlâ´nın kuluna karşı gayreti, onu halka bırakmaması ve halktan kıskanmasıdır. (Hakk´ın, kulum hep benimle meşgul olsun diye istemesi, onun için de kulun halk ile olmasını kıskanmasıdır). Kulun Hakk için olan gayreti, hallerinden ve nefeslerinden hiç bir şeyi Allah Taâlâ´dan başkası için harcamamasıdır. (Hakk koruduğu ve kendisi için seçtiği kulunun kalbinin başkası ile meşgul olmasını kıskanır; kul, hâl ve amellerinin Hakk rızâsından başka bir mülâhaza ile olmasını kıskanır). Şu halde ben Allah Taâlâ-ya karşı kıskançlık duyuyorum, denilmez, fakat ben Hakk için kıskancım denilir. Bu duruma göre Allah Taâlâ´ya karşı gayret cahillikle olabilecek bir şey değildir.
124. Allah´ın gücüne gider, Allah´ın ağırına gider, Allah´ın zoruna gider Türkçe tabirler, gayretullah´ın karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Biliniz ki Hakk Taâlâ evliyası ile muamelede bulunurken şu sünnet ve âdetine tâbi olur. Evliya Hakk´tan başkası ile sükûn ve huzur bulur veya ondan başkasını mülâhaza eder veyahut da gönülleri başka bir şeye yatar ve ona ısınırsa, Allah derhal bunların bu nevi hallerini teşviş (altüst) eder. Evliyasının kalbleri tekrar ve hâlis olarak kendisinin olana kadar bu kalpler sükûnet buldukları veya mülâhaza ettikleri veyahut ısındıkları şeyden tamamen ayrılana kadar evliyasını kıskanır. Âdem (a.s.) gibi ki, kendisinin Cennette ebedî olduğuna kanaat getirip sükûn bulunca (Hakk onu kıskanmış ve) Cennetten çıkarmıştı. İbrahim (a.s.) gibi ki: Oğlu İsmail (a.s.) hoşuna gidince (kıskanmış ve) onu boğazlamayı kendisine emretmiş, böylece İsmail´i İbrahim´in kalbinden çıkarmıştı. Bunun üzerine İbrahim ve İsmail Hakk´a teslim oldular. O´na boyun eğdiler, «İbrahim oğlunu boğazlamak için yanı üzerine yere yatırdı». (Saffat, 37/103) Böylece İbrahim (a.s.) in sırrı ve ruhu İsmail (a.s.) den temizlenip saf hâle gelince Allah oğlu yerine fidye vermesini emretti.
Muhammed b. Hassan anlatıyor: «Lübnan dağlarında dolaşırken karşıma sıcak havanın ve rüzgârın kasıp kavurduğu bir delikanlı çıktı. Beni görünce hemen döndü ve kaçmaya başladı, kendisini takip ettim ve: Ne olur bir kelime olsun bana nasihat et, dedim. Genç dedi ki: Çok dikkatli ol, çünkü O Gayyûrdur, pek kıskançtır, hiç bir kulunun kalbinde kendisinden başka birisinin olmasını arzu etmez».
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin Nasrabâzi´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Hakk Taâlâ Gayyûrdur. Gayretinin eseridir ki, O´na ulaşmaya, O´nun yolundan başka bir yol bırakmamıştır».
Rivayet edilir ki, Hakk Sübhanehu ve Taâlâ Peygamberlerinden birine şöyle vahyettî- «Falan kimsenin bana ihtiyacı var, benim de ona ihtiyacım var. O benim ihtiyacımı görürse, ben de onun ihtiyacını görürüm». Peygamber (s.a.) Rabb´ına münacaat etti ve; «İlâhî nasıl olur da senin ihtiyacın olur», dedi Allah Taâlâ, «Onun kalbi benden başkası ile sükûnet buldu. O kalbini bundan boşaltsın, ben de onun hacetini göreyim», buyurdu.
Derler ki bir kere Bayezid Bistami rüyasında ahu gözlü huriler topluluğu gördü ve onlara baktı. Bvnun üzerine (manevî) vakti ve huzuru ciddi zarar gördü.
Naklederler ki bir kere Rabiatü´l-Adeviyye hastalanmıştı. Hasta oluşunun sebebi nedir? diye sorulunca, «Kalbimle Cennete bakmış ve iltifat etmiştim, onun için beni edeplendirdi. Tabiî azar ve te´dip hakkıdır, bir daha hatamı tekrar etmiyeceğim», diye cevap vermişti.
– Seri´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Bir kere uzun bir müddet bir dostumu aramıştım, bunun için bir dağdan geçerken kör, kötü-rüm ve hasta bir cemaata rastlamıştım. Durumlarını sordum. Burada bir adam var, senede bir kere çıkar, bu sakatlara dua eder, onlar da şifa bulurlar, dediler. Merak ettim, adam çıkana kadar sabırla bekledim. Adam (ormandan) çıktı, hastalara dua etti, hepsi de şifa buldu. Ben adamı takip ettim, yetiştim, eteğine sarıldım ve: Benim bâtıni ve gizli bir hastalığım var, bunun ilâcı nedir? dedim. Adam: Ey Serî yakamı bırak, Allah Taâlâ Gayyûrdur. O´ndan başkası ile sükûn bulduğunu görürse gözünden düşersin». (O halde bana değil, O´na yapış, O´ndan iste, aksi halde bu tutumun Allah´ın gayretine dokunur) dedi.
Üstad Kuşeyrî der ki: öyle sûfiler vardır ki, insanların Hakk Taâlâ´yı gaflet içinde zikrettiklerini görünce, bunu görmek onlar için mümkün olmaz, çok güçlerine gider.
Bir bedevi Resûlüllah (s.a.) in mescidine girmiş ve orada bevletmişti. Bedevinin mescide işediğini gören ashap onu camiden dışarıya atmaya teşebbüs etmişlerdi (125).
Üstad Ebu Ali Dakkak bu durumu bahiskonusu ederek dedi ki. «Edebe uymayan ve fena bir şekilde davranan bedevî idi. Fakat bu hareketten ashap mahcup olmuştu. Bu nevi saygısızca hareketi görmek onların gücüne gitmişti. Tıpkı bunun gibi bir kul, Hakk Taâlâ´-nın şanının büyüklüğünü ve azametini idrâk ederse, gaflet içinde Allah´ı zikredenleri dinlemek ve ona hürmetle ibadet etmiyenlerin taatını görmek gücüne gider».
Hikâye ederler ki: Ebu Bekir Şiblî´nin Ebu´l-Hasan isminde bir oğlu vefat etmişti. Ölüm hadisesine üzülen ölünün annesi saçlarını yolmaya başlamıştı. Durumu gören Şiblî hamama gitti. Sakalını tıraş etti. Kendisine taziye için gelip: Bu hal ne böyle Şiblî? diyenlere: «Aileme muvafakat ettim», diyordu. Adamın biri: Ey Şiblî, beni taziye için gelenlerin gaflet içinde: «Allah sana ecir versin», diyerek Allah´ı zikretmelerinden bunu bırakıp, sakalına ne oldu? demeleri daha iyidir, Allah´ın gafil olarak zikredilmesine dayanamıyorum, gayretime dokunuyor), dedi.
Nuri bir adamın ezan okuduğunu işitti ve: «Allah belânı versin, Allah seni kahretsin», dedi. Sonra bir köpeğin havladığını işitti ve: «Lebbeyk ve Saddeyk» (emrine icabet ediyorum, dediğini yapmaya hazırım) dedi. Kendisine: Bu, dini terketmek, demektir. Çünkü şehadet getiren bir mümine, Allah senin belânı versin, seni kahretsin derrken köpek havlarken telbiye getiriyorsun, denilmiş ve neden böyle hareket ettin? diye sorulmuştu. Nuri, «Müezzin son derece gaflet içinde Allah´ı zikrediyordu, köpeğe gelince Allah onun hakkında: “Her şey Allah´ı teşbih ve tahmid eder´. (İsra, 17/44) buyurmuştur», dedi.
Şiblî bir kere ezan okumuş, şehadet cümlelerine gelince, «Bana
emir vermemiş olsaydın seninle birlikte başka birisini zikretmezdim-, (Sen emrettiğin için Muhammed s.a. i zikrediyorum), demiştir.
Adamın biri bir şahsın Cellellah (Allah büyüktür), dediğini
duymuş ve (adamın bu sözü gaflet içinde söylediğini anlayınca)
«Allah büyüktür, demenizden de Allah büyüktür, bunu böyle
kabul etmenizi arzu ederim», demiştir.”
Dervişlerden biri Ebu´l-Hasan Hazefânî (r.a.) nin «Lâilâheillallah, kalbin içinden, Muhammedün Resûlüllah, kulaktaki küpenin arından (gayri ihtiyarî) gelir», dediğini duymuştu. Bu sözün zahirine bakanlar şeriatın küçümsendiğini vehmederler, fakat durum akla geldiği gibi değildir, çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın azametine ve yüce şanına nazaran kalbe gelen masivâya ait bir düşünce ve hatır hakikaten çok küçük görünür.
