Edep
40. Edep*
Aziz ve Celil olan Allah: (Muhammed (s.a.) in miracda huzur-i Hakk´da bulunurken) «Gözü ne sapmış, ne de kaymıştı». (Necm, 53/
Peygamberimiz çocuğa güzel bir isim vermek, güzel bir süt anne bulmak ve güzel bir edep öğretmek, çocuğun babası üzerinde hakkıdır», buyurmuştur (142).Nebi (s.a.) nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Beni Aziz ve Celil olan Allah terbiye etti de güzel terbiye etti» (143).Hakiki mânada edep bütün hayır ve iyi meziyetlerin toplamıdır. Edepli olan zat, kendisinde her nevi hayır ve meziyetlerin toplanmış olduğu kimsedir. Davet edilen topluluk için yapılan yemek demek olan «me´debe» veya «me´dûbe» kelimesi edep kökünden gelmektedir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Kul ibadeti ve taatı ile Cennete, ibadet ve taattaki edebi ile Allah´a vâsıl olur».
Yine ondan şunu işitmiştim: «Allah´ın huzurunda namaz kılan bir zatın, arız olan bir şeyi izâle etmek için elini burnuna uzattığını, fakat (bu hareket edebe uygun olmadığı için manevî bir kuvvet tarafından) elinin bu işi yapmaktan menedildiğıni görmüştüm».
Üstad Kuşeyri der ki: Ebu Ali bu sözü ile kendisine işaret etmişti. (Çünkü edep, böyle konuşmaktır). Zira bir insanın başka birinin elinin bu tarzda men ve muhafaza edildiğini bilmesi mümkün değildir.
Üstad Ebu Ali (r.a.) hiç bir şeye yaslanmazdı. Bir gün bir toplulukta iken bir tarafa yaslanmadığını görmüş ve sırtını dayasın diye kendisine bir yastık getirmek istemiştim. Yastığı getirip arkasına koydum, fakat yastığı hafifçe kendisinden uzaklaştırdı. Yastığın üzerinde bir örtü veya bez olmadığı için böyle davrandı sandım. Yastığın üzerine bir örtü koydum ve tekrar arkasına koymak istedim. Üstad, «Yaslanmak istemiyorum», dedi. Sonra hâlini düşündüm, bir şeye dayanmamak âdeti olduğunu hatırladım.
Celâcilî Basrî der ki: «Tevhid bir mûcib (gerekli kılan) dir, imanı icabettirir, o halde imanı olmayanın tevhidi yoktur. Aynı şekilde
İbn Atâ, «Edep, ameli güzelleştiren hususlar üzerinde durmaktır», demişti. Bunun ne demek olduğu sorulunca: «Gizli ve aşikâr surette Allah´a edep ile muamelede bulunmaktır. Böyle oldun mu â´cemi de olsan edîbsin» (Edep Arapçayı güzel konuşmak değil, güzel amel etmektir), demiş ve şu şiiri okumuştu :
«Sevgilim konuşunca hep güzelliklerinden bahseder, susunca da hep güzel şeyler yapar».
Abdullah Cerirî şöyle demiştir: «Yalnız olduğum zamanlarda bile yirmi sene var ki, oturduğum zaman ayağımı uzatmış değilim. Çünkü (büyük sanılan insanlara karşı değil), Allah´a karşı edepli olmak daha uygundur».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Padişahlarla sohbet ederken edebe riâyet etmiyenin cehaleti onu ölüme teslim eder» (Kurb-ı sultan âteş-i sûzandır).
Rivayet olunur ki: Edeplerden hangisi Allah Taâlâ´ya daha yakındır, sorusuna îbn Sirîn şu cevabı vermişti: «Allah´ı Rab tanımak, O´na itaat ederek hareket etmek, neşe ve nimet zamanında Allah´a hamdetmek ve sıkıntıda sabretmek».
Yahya b. Muaz, «Arif, ma´rûfu olan Allah ile edepli olma hâlini ter ketti mi mahvolanlarla birlikte mahvolur gider», der.
Üstad Ebu Ali (r.a.) nin şöyle dediğini işitmiştim: ««Edebi terk. kovulmayı icabettiren bir sebeptir. Huzur, sergisinde edepsizlik edeni kapıya, kapıda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak için ahıra koyarlar». (İlâhî huzura kemâl-i edeple varılır).
Hasan Basrî´ye, ulemâ edep ilmi mevzuunda çok söz söylemiştir Edebin dünyada en faydalı olanı ve âhirette maksada en iyi ulaştıranı hangisidir? diye sorulunca: «Dinde fakih olma, dünyada zâ-hid olma, Aziz ve Celil olan Allah´ın hakkına arif olmaktır», diye cevap vermişti.
Yahya b. Muaz, «Allah Taâlâ´nın edebi ile edeplenen onun mahabbetine ehil olanlar arasına girer», demiştir.
Sehl b. Abdullah, «Allah´ın mükellef kıldığı vazifeleri^ifa için Allah´tan yardım istemek ve Allah´ın edeplerine riâyet bahsinde sabırlı olmak dereceleri yüksek olan insanların şiarıdır», demiştir.
Gerçek sufi Hakla beraber olduğu için garip ve yalnız değildir: Şüpheli insanlardan uzak durmak, güzel edep ve kimseyi incitmemek.
Bu mânada olmak üzere şeyh Ebu Abdullah Ma´ribi bize şu şiiri okumuşlardı:
«Gurbette olan garibi şu üç şey süsler: Birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk, üçüncüsü şüpheli zevattan uzak kalmak».
Ebu Hafs, Bağdat´a geldiği zaman Cüneyd ona-. «Müritlerini padişahların (askerlerine talim yaptırdıkları şekilde) terbiye etmişsiniz», dedi, Ebu Hafs, Cüneyd´e şu cevabı verdi: «Zahirdeki güzel edep bâtındaki güzel edebin unvanı ve aynasıdır». (Yani ben bunları askerî bir eğitime tâbi tutmadım, ama kalp mamur olur, ruh terbiye görür ve zihin eğitilirse bunun tesirleri dışta tezahür eder).
Abdullah b. Mübarek, «Arif için edep, mübtedi için tevbe gibi (lüzumlu) dur», dediği nakledilir.
Mansur b. Halef Mağribî´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Adamın birine edepsiz, diye bağrıldı. Adam: Ben edepsiz değilim, dedi. Seni kim terbiye etti? diye sorulunca: Sûfiler, dedi».
Ebu Hatim Sicistânî´den duydum: Ebu Nasr Serrac Tûsî şöyle demiştir: «Edep konusunda insanların üç derecesi vardır: Dünya ehli: Bunların edeplerinin çoğu fesahat, belagat ilimlerini, padişahların isimlerini ve Arap şiirlerini ezberlemek, şeklindedir. Din ehli (Zâhid): Bunların edeplerinin çoğu riyazet ile nefsi ıslah etmek, uzuvları terbiye etmek, dinin çizdiği sınırlara riâyet etmek, şehveti ve arzuları terketmek ile ilgilidir. Hususiyet ehli (Arif): Bunların edeplerinin çoğu kalp temizliği, sırların murakabe edilmesi, ahitlere vefa gösterilmesi, vakitlerin muhafaza edilmesi, havâtıra (ve akla gelen şeylere) az iltifat edilmesi, talep yerinde, huzur zamanında ve kurb makamında güzel edep gösterilmesi, şeklinde olur».
Sehl b. Abdullah´ın: «Nefsini edeple kahreden; Allah´a ihlas ile ibadet eder», dediği rivayet edilmiştir.
Edebin kemâl şekli saf olarak Nebi ve Sıddik olan zevattan başkası için mümkün değildir, denilmiştir.
Abdullah b. Mübarek diyor ki: «İnsanlar edepten çok bahsetmişlerdir. Biz diyoruz ki: Edep nefsini bilmektir», (marifet-i nefstir. Kendini bilen, Allah´ı bilir).
Hak Teala buyurdu: Bir kimseye isim ve sıfatlarım ile bulunmayı şart kılarsam, ona edepli olmayı şart kılarım. Bir kimseye zâtımın hakikatini açarsam, ona helak olmayı habt) şart kılarım. Şimdi sen bunlardan dilediğini seç; ister edebi, ister helaki» (Akıllı kişi edebi tercih eder).
Derler ki: Bir gün Ibn Atâ müritlerinin yanında ayağını uzattı ve: «Edep ehli arasında edebi terk edeptir», (samimiyet bunu gerektirir, külfeti terk ülfette şarttır), dedi.
Resûlüllah (s.a.) dan rivayet olunan şu hadis îbn Atâ menkıbesinin doğruluğunu göstermektedir: Resûlüllah (s.a.) Ebu Bekir ve Ömer´le otururken Osman yanlarına gelince bacağını-örttü ve: «Meleklerin bile kendisinden haya ettiği bir kimseden nasıl haya etmem», buyurdu (144). Bu hareketi ile Resûlüllah (s.a.) şuna işaret etmiştir: Osman (r.a.) nın nezdindeki değeri ve itibarı her ne kadar çok büyük ise de kendisi ile Ebu Bekir ve Ömer arasındaki durum ve münasebeti çok daha saftır. Bu mânaya yakın olmak üzere şu şiir okunur:
«Halk arasında iken bende bir daralma ve sıkılma hali vardır. Kerem ve vefa ehli olan zevatla oturdum mu, nefsimi tabiatının gerektirdiği şekilde salıveririm, rahat hareket ederim ve hiç çekinmeden istediğimi söylerim».
Cüneyd, «Mahabbet sıhhatli olursa edebe riâyet şartı ortadan kalkar», demiştir (Samimiyet kâmil olursa resmiyet ortadan kalkar).
Ebu Osman, «Mahabbet sıhhatli olursa, sevenin edebe sıkı şekilde riâyet etmesi zaruret halini alır», demiştir. (Cüneyd zahirî ve uz-vî edepten, Ebu Osman bâtınî ve kalbi edepten bahsetmişlerdir).
Nuri,
Zunnûn Mısri, «Mürit edebe göre hareket etme hâlinden ayrılır-sa, geldiği yere gider», demiştir.
Üstad Ebu Ali (r.a.) nin Aziz ve Celil olan Allah´ın: «Eyyub Rab-bına: Ben zarar gördüm, Sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin!» diye nida etmişti (Enbiya, 21/73), kavlini böyle açıkladı.
Sûfi Muhammed b. Abdullah (r.a.) ın Ebu Tayyib b. Ferhan´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Cüneyd demiş ki: Bir cuma günü sâ-lihlerden bir zat geldi ve: Bana bir fakir (derviş) gönder, benimle birlikte yemek yesin ve beni sevindirsin, dedi. Etrafıma baktım, yoksul olduğunu müşahede ettiğim bir fakir gördüm, fakiri çağırdım ve: Bu ihtiyarla git ve onu sevindir, dedim. İhtiyar ve fakir yanımdan ayrıldılar. Fakat çok geçmeden ihtiyar geri geldi ve: Ey Cüneyd! O fakir adam sadece bir lokma yedi ve sonra evimden çıkıp gitti, dedi. Fakiri üzecek bir şey söylemiş olmayasın, dedim. Hayır, bir şey söylemedim, dedi. Etrafıma bakındım, fakirin yakınımızda oturduğunu gördüm, yanıma çağırdım ve: Neden bu zatın sevincini tamamlamadın, dedim. Fakir dedi ki: Efendim! Hiç bir şey yemeden Kûfe´den çıkıp Bağdat´a gelmiştim. Çok yoksul olduğum için huzurunuzda bulunurken, benden edebe uymayan bir şeyin zuhur etmesinden sıkılmış (ihtiyacımı söyliyememiş) tim. Beni çağırdığın zaman teklif ilk defa sizden geldiği için sevinmiştim. Adamla gittim. Ama buna kalben razı olmamıştım. Sofrasına oturduğum zaman, bana bir lokma ayırdı ve; buyur, şu lokma bana göre onbin dirhemden daha kıymetlidir, dedi. Adamdan bu sözü işitince (uluvvu himmet değil de) bayağı bir düşünce sahibi olduğunu anladım ve derhal yemeğini yemekten kaçındım. Bu izahatı dinleyen Cüneyd ihtiyara: Bu adama karşı davranırken edepte kusur etmiş olabilirsin, dememiş mi idim, dedi. Adam: Ey Cüneyd! Tevbeler olsun, dedi. Bunun üzerine Cüneyd fakirden adamın evine giderek onu memnun etmesini istedi».
