Sefer Ahkamı
41. Sefer ahkâmı*
Aziz ve Celil olan Allah: «Sizi karada ve denizde gezdiren odur» (Yunus, 10/22) buyurmuştur. Allahım, seferimizde sahibimiz ve arkaya bıraktığımız ailemizde vekilimiz Sensin. İlâhi seferin meşakkatından kötü bir şekilde geri dönmekten, döndüğümüz zaman mal ve aile bakımından kötü bir manzara ile karşılaşmaktan Sana sığınırız», derdi. Seferden döndüğü zaman yukarıdaki duayı tekrar söyler, ayrıca şunu da ilâve ederdi: «Rucû´ ediciler olarak… Tevbe ediciler olarak… Rabbımıza hamdediciler olarak…» (dönmüş bulunuyoruz) (145). Sûfîler taifesinin çoğu seferi ikâmete tercih etme görüşüne sahip oldukları için bu Risâle´de seferi anlatmak için müstakil bir bölüm ayırmış bulunmaktayız. Çünkü sûfîlerin en büyük hususiyeti seferdir.
Sûfiler sefer konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları ikâmet ve hazar hâlini sefer hâline tercih eder. Hac gibi, farz olan işleri görmek hariç sefere çıkmazlar. Bunlar ekseriya ikâmet ederler; Cüneyd, Sehl b. Abdullah, Bayezid Bistâmi ve Ebu Hafs gibi sûfiler bu kısma dahildir. Diğer bazıları seferi hazara tercih etmiş ve dünyadan ayrılana kadar bu kanaatına göre hareket etmiştir. Ebu Abdullah Mağribi, İbrahim b. Edhem, v.s. gibi.
Sûfilerin çoğu sülüklerinin başlangıcında ve gençlik zamanlarında çokça sefere çıkmışlar, sonra âhir hallerinde bir köşeye çekilip oturmuşlardır. Ebu Osman Hiri, Şiblî, v.s. gibi kimseler buna misâldir. Bunlardan her zümre, üzerine tarikatlarını tesis ettikleri bir takım esaslara sahiptir.
Malumdur ki biri bedenle diğeri kalple olmak üzere iki nevi sefer vardır. Beden ile olan sefer bir bölgeden diğer bir bölgeye intikal etmekten ibarettir. Kalp ile olan sefer ise bir sıfattan diğer sıfata yükselmek şeklindedir. Bu sebeple bedeni ile sefer yapan binlerce insana rastlandığı halde, kalbi ile sefer eden pek az kimseye rastlandığını görürsünüz, (çünkü kalbi sefer ve seyr ü sülük zordur).
şunu işitmiştim: «Bir gün Merv´de iken fukaradan biri yanıma geldi ve: Uzak bir mesafeden geldim, sana ulaşmak için uzun yollar katettim, maksadım seninle görüşmektir, dedi. Nefsinden sefer edebilseydin bir adım atman bile kâfi idi, diye karşılık verdim». (Bir veli, her gün kendisini ziyaret eden müridine: Her gün bana geleceğine, bir gün de kendine gel, demişti, sefer der-vatan).
Sûfîlerin yukarıda anlattığımız gibi, hâlleri ve kısımları değişik olduğu için seferle ilgili menkıbeleri de muhteliftir.
Ahnef Hemedâni anlatıyor: «Çölde tek başıma yürüyordum, nihayet yorgun bir vaziyette kalınca elimi semâya kaldırdım ve: Ya-Rab! Ben zayıfım, hastayım, bitkin düştüm, Seni ziyarete geldim, diye dua ettim. Kalbime: Seni kim davet etti? diye sorulabilir, şeklinde bir düşünce doğdu: Bunun üzerine: Ya Rab! Memleketin geniştir, bu memleketin tufeyli ve davetsiz misafire tahammülü vardır, dedim. Bu esnada arkamda bir hatifin (veli veya Melek) bulunduğunu hissettim. Ona yöneldim, baktım, bineği üzerinde bir bedevi. Ey yabancı, nereye böyle? dedi. Mekke´ye, dedim. (Bu aczına ve zaafına rağmen, Beytin sahibi) seni davet mi etti? dedi. Bilmiyorum, dedim. Nasıl bilmezsin? ´Buraya gücü yetenler gelir´. (Âli İmran, 3/97) dememiş midir? dedi. Memleketi geniştir (hakkında hüsnü zan sahibiyim). Tufeyli olanları da alır, dedim. Sen ne hoş tufeylisin, deveye hizmet etmem mümkün mü? dedi. Evet, dedim… Bedevi bineğinden indi, devesini bana vererek: Bununla yoluna devam et, dedi».
Muhammed b. Abdullah Sûfi´nin, Muhammed b. Ahmed Neccâr´-dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Bana nasihat et, diyen birine Kettâni: Her gece başka bir mescidin misafiri ve fakiri olmaya ve iki konak arasında (garip olarak) vefat etmeye gayret et, dedi».
Husri´nin, «Bir celse bin hacdan hayırlıdır», dediği rivayet edilir.
Husri. celse (oturum) sözü ile müşahede ve temaşa vasfı ile ve huzur-ı kalp içinde derli toplu bir himmetle kulun (Allah´ın huzurunda bulunuşunu) kastetmiştir. Onun için Husri, «Yemin ederim
aşerette bulunmaz idik. Bir memlekete vardığımız zaman şayet orada bir şeyh varsa ona selâm verir, gece oluncaya kadar yanında oturur, sonra mescide dönerdik. Kettâni akşamdan sabaha kadar namaz kılar ve Kur´an´ı hatmederdi. Zekkak kıbleye yönelerek otururdu. Ben ise sırtüstü yatar düşüncelere dalardım. Böylece sabahı eder ve yatsı abdestiyle sabah namazı kılardık. Bununla beraber yanımızda gece sabaha kadar uyuyan bir adam olursa, onun bizden efdal olduğuna inanırdık».
Seferin edebinden sorulunca Ruveym, şöyle demişti: «Sefere çıkanın derdi ve düşüncesi ayağını geçmiyecek (bir adım ilerisini düşünmeyecek), gönlü nerde durmak isterse, orayı kendine konak bilecek». (Nerde akşam, orada sabah).
Mâlik b. Dinar´dan hikâye edilir: «Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya şöyle vahyetti: Demirden iki nalin ve bir asa yap, sonra bu nalinler delinene kadar, asa eskiyene kadar yeryüzünde gez ve eserleri ve ibretli hususları ara, bul ve gör…»
Derler ki: Ebu Abdulah Mağribi daimi surette sefer eder ve müritleri de yanında bulunurdu. Mağribî ihram ile sefer yapardı, ihramdan çıkınca tekrar ihrama girerdi. Bununla beraber ne elbisesi kirlenmiş, ne de saçları ve tırnakları uzamıştı. Gece yol yürür, müritleri de arkasında onu takip ederdi. Bunlardan biri şaşırarak yoldan sapacak olsa, ey falan sağa, ey fülan sola diye ona bağırır ve onu ikaz ederdi. (Onların istikâmet üzere olmalarını temin ederdi), insan elinin ulaştığı (insan eli ile yapılan) hiç bir şeye elini uzatmazdı, yediği şey kendisi için sökülen bitkilerin köklerinden ibaret idi.
Kendisine, Kalk, (sefere gidelim), dediğin zaman; Nereye? sorusunu soran hiç bir arkadaş yoldaş olamaz, denilmiştir. Şu şiiri bu mânada okurlar:
«Haydin bakalım, diye yardıma çağrıldıkları zaman, kendilerini çağırana: Hangi savaşa veya hangi yere? diye sormazlar!»
Ebu Ali Ribâti´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Abdullah Mervezî ile arkadaş olmuştum. Ben kendisine yoldaş olmadan evvel, çölde giderken yanıma binek ve azık almazdı. Kendisine yoldaş olduğun
arkadaşa itaata mecbursun, diyordu. Bir gece şiddetli bir yağmura tutulmuştuk, Mervezî başımın ucunda durdu ve sabaha kadar abasiyle beni yağmurdan korumaya çalıştı. Bu hali gördükçe içimden: Keşke geberseydim de başkan sensin, demeseydim, diyordum. Mervezî, daha sonra: Birine yoldaş olduğun zaman ona benden gördüğün gibi muamele et, dedi».
Ebu Ali Ruzbârî´yi ziyaret için bir genç geldi. Sefere gitmek üzere şeyhin yanından ayrılırken, acaba Şeyh Hazretlerinin bir nasihati olacak mı? diye sordu. Bunun üzerine Şeyh Ebu Ali şöyle dedi: «Ey delikanlı, eskiden sûfîler randevulaşarak toplanmaz, müşavere yaparak dağılmazlardı». (Arifler, Allah ne zaman murâd ederse o zaman toplanır ve o murad edince birbirinden ayrılırlardı. Fakat müritlerin sefere çıkmak için şeyhlerden izin almaları şarttır, ey genç sefer için emr-i vaki yapmamalı idin; «Sefere çık», teklifinin önce benden gelmesini beklemeli idin).
Müzeyyin Kebîr anlatıyor: «İbrahim Havvas ile sefere çıkmıştım. Bir gün bir akrebin bacağında dolaştığını gördüm ve onu öldürmek için hemen harekete geçtim. Halimi gören Havvas, beni, öldürme işinden menederek: Akrebe dokunma, her şey. bize muhtaçtır, biz ise hiç bir şeye muhtaç değiliz, dedi». (Allah her şeyi evliyasına müsahhar kılar).
Ebu Abdullah Nusbihî anlatıyor: «Otuz senemi seferle geçirdim, bu müddet içinde abama yamalık dikmedim, arkadaşımın bulunduğunu bildiğim bir yere uğramayı düşünmedim, hiç kimseyi bana ait bir şeyi taşıma durumunda bırakmadım». (Aza kanaat ederek sefer yaptım, ihtiyaçlarım harikulade bir şekilde görülüyordu).
Biliniz ki: Sûfiler (Hakk´ın ve halkın) huzurunda bulunmanın âdabını (nefis) mücâhedesine dayanarak tamamladıktan sonra bu mücâhedeye yenilerini ilâve etmek istediler, onun için seferin ahkâmını buna eklediler, nefislerini alışılan ve ülfet edilen hususlardan uzaklaştırarak ve bilinen şeylerden ayırarak kendilerini idman ve riyazete çektiler. Böylece (her şeyden) alâkayı keserek vasıtasız bir şekilde Allah ile yaşamaya teşebbüs ettiler. Fakat (sefer ruhsatından faydalanarak) evradlarından (ve nafile ibadetlerinden) hiç birini terketmediler ve dediler ki: Ruhsat zaruri olarak sefer yapanlar içindir.
Bir sufi anlatıyor: çölde seferde iken yolumu kaybetmiş, hatta kendimden ümit kesmiştim. Derken gözüm gökteki aya çarptı, vakit gündüzdü, ayın üzerinde: ´Onlara karşı Allah sana kâfi gelecektir´ (Bakara, 2/137) ibaresinin yazılı olduğunu gördüm, derhal kendime bir güç buldum. Bu âyetin mânasını o zaman keşfetmiştim».
Ebu Yakub Sûsî der ki: «Bir yolcu sefer esnasında şu dört şeye muhtaçtır: Kendini iyi kullanmak için ilim, haram olan şeylerden sakındırmak için verâ´, şevkle yol almak için heyecan ve kötü şeylerden korunmak için ahlâk».
Derler ki: Sefere «sefer» denmesinin sebebi, insanların huylarını açık bir şekilde ortaya çıkarmasındandır. (Sefer açmak; keşf, izhar mânasına gelir, insan arkadaşını seferde daha iyi tanır).
Kettânî, bir mürit (fakir) Yemen´e sefer eder, seferden döndükten sonra tekrar oraya gitmek isterse böyle müritlerin terkedilmesini emrederdi. (Bunlar hâlimizi bozar, diye endişe ederdi). Kettâ-nî´nin böyle yapmasının sebebi o zaman Yemen´e zengin olmak için sefer edilmesinden ileri gelmekte idi.
Derler ki: İbrahim´ Havvas sefer esnasında yanında hiç bir şey bulundurmazdı. Fakat iğne ile su testisini yanından ayırmazdı. Yırtıldığı zaman elbiseyi dikerek mahrem yerini örtmek için iğne, taharet için de testi bulundurur ve bu iki şeyi alâka ve malum bir şey (kalbin bağlı olduğu şey ve sebep) olarak görmezdi.
Ebu Abdullah Râzi anlatıyor: «Bir kere yalınayak Tarsus´tan sefere çıkmıştım, yanımda bir arkadaşım vardı. Şam´ın köylerinden birine gelince dervişin biri bana bir çift ayakkabı getirdi, fakat ben kabul etmedim. Durumu gören arkadaşım, Allah aşkına gelen şu ayakkabıları giy, çünkü ben yalınayak yürümekten bittim, şu ayakkabıların sana getirilmesinin sebebi benim, dedi. Bu sözünle ne demek istiyorsun, anlayamadım? diye sordum. îzah etti: Sana uymak ve yoldaşlığın hukukuna riayet etmek için ben de ayakkabılarımı ayağımdan çıkarmıştım, sen manen çok kuvvetlisin, yalınayak yürümeye kolaylıkla dayanıyorsun, fakat ben zayıfım, takatim kalmadı, Allah bana acıdığı için sana bu ayakkabıyı gönderdi». (Sen bunları giy ki, ben de kendi ayakkabılarımı giyebileyim).
Naklederler ki: Kettâni bir kere hacca gitmek için annesinden izin istemiş; annesi de ona müsaade edince yola çıkmıştı. Çölde giderken elbisesine bevl isabet ettiğini gördü ve: «Bu, hâlimde bir halel ve kusur olduğu içindir», dedi ve geri döndü. Evinin kapısını çalınca annesi cevap verdi ve kapıyı açtı, annesinin kapının arkasında oturduğunu görünce burada oturuşunun sebebini sordu. Annesi, sen yola çıktıktan sonra yüzünü görmedikçe şuradan ayrılmayacağım, diye azmetmiştim, diye cevap verdi. (Nafile ibadet için yola çıkanın evdeki farzı ihmal etmemesi gerekir. Kettâni annesinden zahiri bir izin almış, batini halini araştırmamıştı).
İbrahim Kassar diyor ki: «Halkın kalbini dervişlere ısındırmak için otuz sene yolculuk yaptım», (fakirleri sabr ve kanaata teşvik ettim, onlara örnek oldum, zenginlere ise fakirlere yardım etmeleri icabettiğini anlattım).
Derler ki: Davud Tâî´yi ziyarete gelen bir adam, ey Davud, ne kadar zamandan beri nefsim seni ziyaret etmeye beni teşvik etmektedir, nasip bugüne imiş, dedi. Davud Tâi dedi ki: «Zararı yok, bedenler hareketsiz ve kalpler sakin olunca görüşme çok kolaydır». (Görüşmeden maksat bedenleri ve kalpleri ıslah ve görüşülen zata faydalı olmaktır. Bu olunca görüşme o kadar önemli değildir).
Nasrabâzî´nin müritlerinden olan Ebu Nasr Sûfi´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Bahreyn´den Umman´a gidiyordum, açlık bana iyice tesir etmişti. Çarşıyı dolaşmaya başladım, bir helvacı dükkânını gördüm. İçinde kızartılmış oğlak eti ile helva satılıyordu. Oradan geçen bir adama sarıldım ve: Ne olur, şuradan bana biraz bir şey al! dedim. Adam: Neden? Benden alacağın mı var, yoksa benim sana borcum mu var? diye çıkıştı. Fakat ben: Behemehal bana bir şeyler almalısın, dedim. Halimi gören başka bir adam bana: Delikanlı, adamın yakasını bırak, istediğini alacak olan adam o değil, benim. İstediğini bana anlat, ne dilersen söyle, dedi ve istediğimi aldıktan sonra savuşup gitti». ?Fakir, nefsani arzu maksadıyla değil, nefsini tedavi ve terbiye gayesiyle dilenmiş, bir yandan sebebe sarılırken,
Şeyh bana döndü baktı, fakat bir şey söylemedi ama buna memnun olmadığını hissettiğim için kabağı attım. Sonra elimize beş dinar geçti. Bir köye vardık. İçimden, Şeyh behemehal bir şeyler alacak, dedim. Fakat yoluna devam etti, hiç bir şey almadı. Sonra bana, galiba; aç olarak yürüyoruz, bize bir şey almadı, diyorsun, dedi. Evet, öyle, dedim. Yol üzerinde bulunan Yehudiyye isimli köye uğradı. Burada çoluk çocuk sahibi bir zat vardı, köye uğradığımızda bizimle ilgilenirdi, paraları ona veririm, hem bize, hem ailesine harcar, diye düşündüm. Adama gittik. Şeyh paraları adama verdi, adam da bize ve ailesine sarfetti. Köyden çıkınca Şeyh bana, ey Ebu Hüseyn, nereye gidiyorsun? dedi. Birlikte yolculuk yapıyoruz ya, dedim. Hayır, olmaz. Hem yoldaşım olacaksın, hem de kabakta bana hainlik edeceksin, (izin almadan kabak yiyeceksin) işte bu olamaz, dedi ve benimle yolculuk etmemekte ısrar etti».
Abdullah Şirazi´nin Ebu Ahmed Sağir´den şunu naklettiğini işitmiştim: Ebu Abdullah b. Hafif anlatıyor: Gençliğimde karşılaştığım bir fakir, açlık ve yoksulluk halimi gördü ve beni evine aldı. Arpa ile pişirilmiş bir et getirdi. Fakat et bozulmuştu, ekmeğimi tiridine batırıyor, bozulan eti yemekten kaçınıyordum. Fakir (ise hoşuna giderek yiyordu, buna alışmıştı), bana bir lokma et verdi, kendimi zorlayarak lokmayı yuttum; bir lokma daha verdi bu lokmayı yutana kadar çok sıkıntı çektim. Çektiğim sıkıntının farkına varan fakir mahcup oldu, ben de mahcup olmuştum. Oradan ayrıldıktan sonra derhal hac için sefere çıktım. Anneme durumumu anlatmak ve abamı göndermesini temin etmek için bir kişi gönderdim. Annem teşebbüsüme karşı çıkmadı, sefere gitmeme rızâ gösterdi. Bir fukara cemaatı ile Kadisiye´den yola çıktık. Bir müddet sonra yolumuzu kaybettik, yanımızdaki erzak tükendi, açlıktan öleyazacaktık. Derken bir Arap aşiretine rastladık, onlarda da bir şey bulamayınca birkaç dinara köpeklerini satın almak zarureti içine düştük. Arkadaşlar köpeği kızarttılar, etinden bir parça da bana verdiler, verilen parçayı yiyeceğim sırada hâlimi düşündüm, bu hâl o fakiri mahcup ettiğim için başıma geldi, diye içime bir his doğdu. İçimden tevbe ettim. Arap aşireti bize yol gösterdi. Gittim haccımı yaptım, sonra dönüşümde özür dilemek için doğru o fakirin evine gittim».
Dip notlar
* Sefer bahsini krş: Lunıa, s. 174, 189; Keşfu´l-maheûb, s. 449; Kûtu´1-ku-lûb, II, 423; ihya, II, 243.
145. Müslim, Hac, 75; Ebu Davud, Cihad, 72.
