Ölüm

44. Ölüm*
Ulu ve Yüce Allah: «O kimseler ki, melekler onları gayet hoş bir şekilde vefat ettirir». (Nahl, 14/32) buyurmuştur. Yani ruhlarını rahat, hoş ve rızâ hâli içinde teslim ederler, Mevlâya dönüşleri onlara zor ve ağır gelmez.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki kul ölüm sancıları içinde kıvranır, can verme sarhoşlukları ve ızdırabı ile pençeleşir. O zaman mafsallar birbirine selâm vererek şöyle vedalaşırlar: Sana selâm olsun, artık kıyamet gününe kadar sen benden, ben senden ayrılıyoruz!» (149).

«Resûlüllah (s.a.) bir gün can veren bir genci ziyaret etmiş ve: «Kendini nasıl buluyorsun?» diye sormuş. Genç de: Allah Taâlâ´dan ümidim var, fakat günahlarımdan korkuyorum, demişti. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardı: «Bu makamda mümin bir kulun kalbinde zıt iki şey birleşmez, kalbe yekdiğerine zıt iki şey gelince Allah ümit edileni verir, korkulandan emin kılar» (150).
Bil ki, süfi ve velilerin ruh teslim etme zamanındaki hâlleri muhteliftir. Bazı evliya üzerinde heybet hâli, bazılarında ise ümit hâli galip olur. Bazı sûfilere ise bu durumda öyle şeyler gösterilir ki; bu, sükûn ve güzel bir güven hissi içinde olmalarını icabettirir. Ebu Muhammed Cerîri´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Ruhunu teslim ettiği zaman Cüneyd´in yanında bulunuyordum: Nevruza Ruhunu teslim ettiği gece Şiblî´nin yanında bulunmuştum. Bütün gece boyunca şu iki beyti okumuştu: Bir ev ki içinde sen varsın, o evin lambaya ihtiyacı yoktur, (kıyamet günü) halk çeşitli deliller getirdikleri zaman bizim hüccetimiz temaşa etmeyi ümit ettiğimiz cemalin olacak».
Hamdün Kassar, dostlarına ve müritlerine ölüm halinde kendisini kadınlar arasında bırakmamalarını vasiyet etmişti. (Kadınların feryad ve figanlarından hâlim teşvişe uğrar, diye endişelenmişti).
Can çekişen Bişr Hafi´ye: Ey Bişr, hayatı seviyor gibisin, denilmiş. O da: «Aziz ve Celil olan Allah´ın huzuruna çıkmak cidden çok çetin oluyor», diye cevap vermişti.
Sefere çıkmak üzere olan Sufyan Sevri´nin dostları kendisine gelir: Bir hizmetiniz ve emriniz var mı? diye sorarlar. O da: «Eğer ölümü bulursanız benim için satın alın, (çünkü ben sevgilimin vuslatını özledim) derdi», öleceği zaman yaklaşınca: «ölümü temenni ediyorduk, ama zor bir şey imiş», demişti.
Derler ki: Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hasan ölüm zamanı yaklaşınca ağlamaya başlamıştı. Neden ağlıyorsun? diye sorulunca: «Görmediğim Efendimin huzuruna çıkıyorum», demişti.
Hz. Bilal´in vefatı yaklaştığında karisi: Vah vah! Ne kadar mahzunum, demiş. Hz. Bilal ise: «Oh, oh! Ne kadar neşeliyim, yarın dostlarıma; Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım», demişti.
Derler ki, vefat edeceği zaman Abdullah b. Mübarek gözlerini açmış, gülmüş ve: «Amel edenler bunun gibisini elde etmek için amel etsinler», demişti (Sâffât, 37/61).
Derler ki: Şamlı Mekhûl´un üzerinde hüzün hâli galip idi. öleceği sırada yanına gelen ziyaretçiler, güldüğünü görünce sebebini sordular. Şöyle dedi: «Neden gülmeyeyim ki, sakındığım ve çekindiğim (dünya, şeytan, nefis) den ayrılma zamanı yaklaşmıştır, ümidim ve emelim olan (sevgilim) in huzuruna hızla çıkmak üzereyim» .
Ruveym diyor ki: «Vefat etmek üzere bulunan Ebu Said Har-raz´ın yanında bulunmuştum. Son nefesinde şöyle diyordu: Ariflerin kalp ve ruhlarının inlemeleri O´nu zikr içindir. (Sır ve ruhlara ait olan münacaat zamanını hatırlamaları O´nun içindir. Kendilerine buradaki ömürlerinin sonunda sevgililerinin yanında konaklamakta, maşuklarının didârına vâsıl olmakta ve katlandıkları sıkıntı ve zorluklara iltifat etmemektedirler». (Mevlâ´larının didârını görmeyi düşündükleri için ölüm acısını hissetmemektedirler).
Cüneyd´e soruldu: Ebu Said Harraz ölümü sırasında sık sık vecd hâli göstermekte idi, buna ne dersiniz? Şöyle dedi: «İştiyakından ruhu uçsaydı bunda bile şaşılacak bir şey olmazdı», dedi.
ölüm zamanı yaklaşan bir sûfî yanındaki hizmetçiye: Ey gu-lam, beni bağla ve yüzümü toza-toprağa bele, dedi ve sonra: Göç yaklaştı, suçumuzdan berat edemedik. Kabul edilecek bir özrümüz yok, yardım istiyecek bir kuvvet de bulamıyoruz, benim için Sen varsın, benim için Sen varsın Ya Rab! dedi ve bir sayha atarak can verdi. O sırada bir ses işitildi, şöyle diyordu: Kul Mevlâ´sına iltica etti. Efendisi mülteciyi kabul eyledi!
Zunnûn Mısrî´ye vefatı sırasında: Bir isteğin var mıdır? diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş: «Bir lâhza da olsa onun hakkında (yeni bir) marifet sahibi olmak istiyorum».
Ruhunu teslim etmek üzere bulunan bir sûfiye: Allah!, de, denilince: Allah´ın aşk ateşi içinde yanmaktayım, daha ne zamana kadar bana; Allah de, deyip duracaksınız? demişti
Sûfilerden biri anlatıyor:. Mümşâd Dineverî´nin yanında bulunuyordum, bir fakir geldi ve: «Selâmün aleyküm», dedi. «Aleyküm selâm», diye mukabele edildi. Fakir (derviş): Burada insanın ölebileceği temiz bir yer var mıdır? diye sordu. Bir yer gösterdiler. Orada bulunan bir çeşmeye gitti, abdestini yeniledi, Allah Taâlâ´nın murad ettiği kadar namaz kıldı. Sonra gösterilen yere vardı, ayaklarını uzattı ve ruhunu teslim etti.. (Bu hadise Mümşâd´ın meclisinde bulunup da kerameti inkâr eden birinin gözü önünde cereyan etmişti) (151).
âyetine muhalif görülmemelidir. Ashabdan Cabir´in babası Uhud´-da ilk olarak kendisinin şehit olacağını önceden haber vermişti (Buharî. Mişkâtü´l-mesâbih, III, 201). Bazı hallerde Peygamberler vahiy ile, evliya ilhamla kimin nerede ve ne Bunun gibi Allah haber verdiği zaman vefat edeceğini önceden doğru olarak haber verebilir.
Sufilerden biri anlatıyor: Vefat ettiğinde Mümşâd Dineveri´nin yanında bulunuyordum. Hastalığın nasıl? diye soruldu. «Beni nasıl bulduğunu hastalıktan sorun» (benim hastalıktan çektiğimi değil, hastalığın benden ne çektiğini hastalığa sorun), dedi. Lâilâheillellah de, denildi. Yüzünü duvara doğru çevirdi ve: «Varlığımın tümünü senin varlığınla yok ettim. Seni sevenin kazandığı mükafat işte budur», dedi (ve vefat etti).
Vefat etmek üzere bulunan Ebu Muhammed Debili´ye: Lâilâheillallah de, denilince: «Bu bildiğimiz bir şeydir, biz onunla yok olduk», dedi ve şu şiiri okudu: «Ben ona âşık olduğum zaman naz ve kibir (veya çöl) elbisesini giyindi, benden yüz çevirdi ve ona kul olmama bile razı olmadı» (ben ise onun aşkına müsteğrâk oldum, unutmadım ki, hatırlayayım).
Vefat etmek üzere olan Şibli´ye: Lâilâheillallah de, denilince, şu şiiri okudu: Aşk sultanı, ben rüşvet kabul etmem, dedi. Kurban olayım, o halde ona sorunuz ki, beni öldürmeye neden bu kadar istekli!» (Kalbim Rabbımla meşgul, dil ile O´nu söylememe ne lüzum var?)
Fukaradan biri anlatıyor: Yahya İstahrî vefat etmek üzere iken çevresinde oturuyorduk, içimizden biri: Eşhedü en lâilâheillallah! de, dedi. Bunun üzerine Yahya yerinden doğruldu, içimizden birinin elini tuttu ve ona: «Eşhedü en lâ ilâhei llallahh! de», dedi. Sonra başka birimizin elinden tuttu, böyle böyle orada bulunanların hepsine Kelime-i şehadeti arzetti, sonra ruhunu teslim etti. (Ölüm anında bile Râbbından gafil değildi, sıhhatli kimselere Kelime-i şehadet getirtecek kadar uyanık ve huzurlu idi).
Ebu Ali Ruzbârî´nin kız kardeşi Fatma´nın şöyle dediği hikâye edilir: «Kardeşim Ebu Ali Ruzbâri´nin ölüm anı yaklaştığı zaman başı kucağımda bulunuyordu. Gözlerini açtı ve: İşte semâların kapıları açıldı… Cennetler de süslenmiş… Birisi de şöyle diyor: Ey Ebu Ali, her ne kadar senin muradın değil idiyse de işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz, dedi. Sonra şu şiiri okudu: Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum: Seni temaşa edene kadar hiç bir şeye severek bakmadım! Görüyorum ki fersiz bakışların ve derlediğin güllere benzeyen yanağınla bana işkence ediyor dedi.
Sûfilerden biri anlatıyor: Sırt üstü yatan, yüzünde sinekler uçuşan ve can çekişen garip bir derviş görmüştüm. Yanına oturdum, sinekleri kovmaya başladım. Fakir gözünü açtı ve: Bu da kim? Ben kaç senedir, saf bir vakit elime geçirmek için çalışıyorum, muradıma şu anda vâsıl oldum, sen de gelmişsin kendini bu hâlin içine atmışsın, işimi karıştırıyorsun, Allah selâmet versin, işine git, dedi.
Ebu İmran İstahrî anlatıyor: «Ebu Türâb´ı, çölde ölmüş olarak, fakat hiç bir şeye dayanmadan ayakta durur vaziyette görmüştüm».
Ebu Hâtem Sicistâni´nin Ebu Nasr Serrac´dan şunu naklettiğini duymuştum: «Ebu Hüseyn Nuri´nin vefat sebebi şu beyti işitmiş olmasıdır: ´Seni seve seve öyle bir menzile ulaştım ki, akıllar bu menzile (veya bu menzilin berisine) ulaştıklarında hayrette kalmışlardır» .
Bu beyti işiten Nuri vecde geldi, sahrada şaşkın şaşkın dolaşmaya başladı. Üst tarafları kesildiği için alt tarafları kılıç gibi kesen bir kamışlığa düştü, sabaha kadar kamışlıkta bu beyti söyleyerek yürüdü. Ayaklarından kan akıyordu. Sonra sarhoş gibi yere düştü, ayakları şişti ve öldü. Hikâye edilir ki, ruhunu teslim ederken kendisine: Lâilâheillallah! de, denildi. O ise: «Zaten O´na dönmüyor muyuz?» diye karşılık verdi.
Derler ki: İbrahim Havvas, Rey´de mescid câmiinde hastalanmıştı, kendisinde ishal hastalığı vardı. İshal için kalktığı zaman suya girer ve abdest alırdı. Bir seferinde yine bu şekilde suya girdi, o esnada ruhu çıktı.
Mansur Mağribi´nin şunu anlattığını işitmiştim: «İbrahim Havvas hasta idi, sık sık kendisini ziyaret ederek halini ve hatırını soran Yusuf b. Hüseyn bir ara onu ziyaret edememişti. Bir gün ziyaret için geldiğinde Havvas´a: Canının istediği bir şey var mıdır? diye sordu. Evet! Kızartılmış bir parça ciğer istiyor canım, dedi».
Ebu Bekir Dükki anlatıyor: «Bir sabah Ebu Bekir Zekkâk´ın yanında bulunmuştum. Şöyle diyordu: İlâhî! Daha ne kadar zaman beni burada bırakacaksın? Böyle dedikten sonra ertesi sabaha varmadan ruhunu teslim etti».
Ebu Ali Ruzbârî´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Çölde bir genç görmüştüm. Beni görünce: Aşkından hasta olmam ona kâfi değil mi? dedi. Sonra can vermeye başladı. Lâilâheillallah! de, dedim. Şu şiiri okudu: Ey bana azap bile etse Kendisinden ayrılmadığım varlık! Ey kalbimden istediğine hadsiz ve hesapsız nail olan varlık!» (Gönlüme istediği kadar eza ve cefa eden varlık!)
Cüneyd´e: Lâilâheillallah! de, denilince: «O´nu unutmadım ki, hatırlayayım, dedi ve sonra şu şiiri okudu: Gönlümü tamir etmek için kalbimde hazır bulunmaktadır, O´nu unutmuyorum ki, zikredeyim. O benim Mevlâmdır, itimat ettiğim varlıktır. O´ndan ne kadar çok nasip almışımdır!»
Muhammed b. Ahmed Sûfî diyor ki: «Şiblî´ye hizmet eden Cafer b Nusayr, Bekrân Dineverî´ye: Şiblî´de gördüğün hâller nelerdir? diye sordum. Şöyle dedi: Şiblî bana dedi ki: Üzerimde bir dirhem hak ve borç vardı. Ondan kurtulmak için sahibine binlerce dirhem tasadduk ettim. Şimdi kalbimi en çok meşgul eden o bir dirhemdir. Sonra Şiblî: Namaz için abdest aldır, dedi. İstediğini yaptım ama sakalım aralamayı unutmuştum. Şibli´nin dili tutulmuş olduğu halde elimden tuttu. Sakalını aralattı ve vefat etti. Cafer bunu anlatınca ağladı ve ömrünün sonuna kadar şeriatın âdabından bir edebi bile fevt etmiyen bir adam hakkında ne denebilir ki, dedi».
Müzeyyin Kebir anlatıyor: «Mekke´de (Allah bu beldeyi korusun) bulunuyordum, içime bir sıkıntı düştü. Medine´ye gitmek üzere yola çıktım. Meymûne kuyusuna geldiğim zaman yere serilmiş bir genç gördüm. Yanına vardım, can çekişmekte olduğunu gördüm ve: Lâilâheillallah! de, dedim. Genç gözlerini açtı ve: Ben ölürsem de kalbim aşkı ile dolu olacak, asîl insanlar aşk derdi ile ölürler, beytini okuduktan sonra bir nara atarak ruhunu teslim etti. Genci gaslettim, kefenledim ve üzerine namaz kıldım. Defin işini bitirdim.
Cüneyd´in şöyle dediği hikâye edilir: «Can çekişirken üstadım İbn Kerenbî´nin başucunda bulunmuştum. Dua etmek için semâya baktım. Üstad: Bu bir uzaklıktır, dedi. Sonra yere baktım. Yine: Bu da bir uzaklıktır, dedi. Bununla şunu kastetmişti: Allah semâya veya arza bakmandan sana daha yakındır, o mekânın ötesinde değil, berisindedir».
Ebu Hâtem Sicistânî, Ebu Nasr Tûsî´nin şöyle dediğini nakletmiştir «Arkadaşlarımızdan birini şunu anlatırken dinlemiştim: Bayezid Bistâmî vefatı sırasında şöyle demişti: Gaflet arız olmadıkça seni zikretmedim, sen ise beni fütur ve zayıf zamanımda yakaladın».
Ebu Ali Ruzbâri diyor ki: «Mısır´a vardığımda halkın bir yere toplandıklarını görmüş ve bunun sebebini sormuştum. Dediler ki: Seni görmeye tamah eden bir kulun himmeti ne yücedir!, beytini okuyan birinin sesini işitir işitmez bir sayha atarak can veren delikanlının cenazesinde bulunmuştuk».
ölüm yatağında yatan Mümşâd Dineverî´nin yanma bir cemaat geldi ve: Allah sana ne yaptı, neler hazırladı, Cenneti verecek mi? diye sordu. Şöyle dedi: «Otuz senedir bana Cennet arz olunmaktadır. Fakat ben ona göz ucuyla bile bakmış değilim». Ruhunu teslim ederken, kalbini nasıl buluyorsun, dediler. «Kalbimi kaybedeli otuz sene oldu», dedi.
Vecihî diyor ki: «İbn Bünân´ın vefat sebebi şu idi: Kalbine (Allah aşkından) bir şey düşmüş, bunun üzerine şaşkın şaşkın sahranın yolunu tutmuştu. Kendisine Beni İsrail çölünde yetişildi. İbn Bü-nân gözünü açtı ve nefsine hitaben: Rabbının didârını buldun, artık zevk u safa eyle, burası dostların zevk u safa eyledikleri yerdir, dedi ve ruhunu teslim etti».
Ebu Yakub Nehrecorî anlatıyor: «Mekke´de iken elinde bir dinar bulunan bir fakir geldi ve: Ben yarın öleceğim, şu paranın yarısı ile beni teçhiz ve tekfin et, diğer yarısı ile mezarımı kazdır, dedi. Kendi kendime: Bu gencin aklından zoru var galiba, Hicaz yoksulu olma derdine tutulmuş, dedim. Ertesi gün olunca tavaf yapmaya başladı. Sonra bir kenara çekildi ve yere uzandı. İçimden-. Galiba ölme numarası yapıyor, dedim. Yanına vardım, dokundum, öldüğünü müşahede ettim. Sonra vasiyet ettiği gibi defnettim…»
Ölüm halinde iken İbn Atâ, Cüneyd´in yanına geldi ve selâm verdi. Cüneyd selâma mukabelede gecikti, fakat biraz sonra mukabelede bulundu ve: «Beni mazur görün, virdim ile meşgul idim», dedi ve hayata gözlerini kapadı…
Ebu Ali Ruzbârî hikâye ederek der ki: «Bir gün bize bir fakir gelmiş ve yanımızda vefat etmişti. Mezara koydum ve Aziz ve Celil olan Allah garipliği sebebiyle merhamet etsin, diye yüzünü açarak toprağa koymak istedim. Fakir gözünü açtı ve: Ey Ebu Ali! İkramına nail olduğum zatın huzurunda bana ikram mı ediyorsun? dedi. Efendim, ölümden sonra hayat manzarası mı görüyorum, dedim. Evet, ben hayattayım, Aziz ve Celil olan Allah´a âşık olan her insan hayattadır, ölmez. Ey Ruzbâri, elde ettiğim makamla yarın sana yardımcı olacağım, dedi».
İbn Sehl îsfehâni´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Siz zannediyor musunuz ki, ben halkın öldüğü gibi, hastalık ve dost ziyaretlerinden sonra öleceğim? Ben sadece: Ey Ali, diye davet edileceğim, bu davete icabet edeceğim, işte o kadar!» İbn Sehl bir gün yürürken Lebbeyk (buyrun, emre amadeyim) dedi ve can verdi.
Ebu Hasan Müzeyyin anlatıyor: «Ebu Yakub Nehrecori hastalanmış ve ölüm döşeğine düşmüştü, can çekişirken: Lâilâheillallah! de, dedim. Tebessüm ederek bana baktı ve: Bunu bana mı söylüyorsun, ölümü tatmayan zatın izzetine yemin ederim ki, benimle O´nun arasında izzet hicabından başka bir şey yoktur, dedi ve o anda ölüverdi». Müzeyyin bu hâdiseyi hatırladıkça sakalını eline alır ve: «Ey Müzeyyin! Hiç senin gibisi Allah´ın evliyasına Kelime-i şehadet telkin edebilir mi? Ah ne kadar çok mahcubum!», der ve ağlardı.
Ebu Hüseyin Mâliki anlatıyor: «Hayru´n-Nessac ile senelerce arkadaşlık yaptım, ölümünden sekiz gün evvel bana dedi ki: Ben perşembe günü akşam namazı vakti öleceğim. Cuma günü namazdan önce defnedileceğim. Sen bunu unutacaksın ama hatırlamaya çalış. Ebu Hüseyn diyor ki: Gerçekten cuma gününe kadar onu unutmuştum. Vefatını haber veren birine rastladım. Cenaze namazına yetişmek için koştum, fakat halkın cenazenin bulunduğu evden döndüklerini ve namazdan sonra defnedilecek dediklerini duydum. Fakat ben geri dönmedim, cenazenin yanına vardım. Hayru´n-Nes-sac´ın bildirdiği gibi cenazenin namazdan evvel çıkarıldığını gördüm.
Sufilerden biri Allahın vadi elden kaçmaz; bana emrolunan şey elden kaçabilir, dedi ve su istedi, abdestini yeniledi, namaz kıldı, sonra uzandı ve gözlerini hayata kapadı. Ölümünden sonra rüyada görüldü ve: Hâlin nasıl?, diye soruldu. Hiç sorma! Fakat fâsid dünyanızdan kurtuldum, dedi».
Behçetü´l-esrâr isimli kitabın müellifi olan Ebu Hüseyn b. Cahsem Humusî anlatıyor: «Sehl b. Abdullah vefat edince cenazesinde fazla izdiham olmuştu. O diyarda yaşı yetmiş küsur olan bir Yahudi vardı. Gürültüyü işitince; ne oluyor, diye dışarı çıktı, cenazeyi görünce bir sayha attı ve: Benim gördüğümü siz de görebiliyor musunuz? dedi. Sen ne görüyorsun? denilince: Semâdan inen ve cenazeyi mesheden kimseler görüyorum, dedi ve Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu ve ondan sonra da güzel bir İslâmî hayat yaşadı». Ebu Said Harraz diyor ki: «Mekke´de (Allah Taâlâ bu toprakları korusun) bulunuyordum. Bir gün Benî Şeybe kapısının yanından geçerken ruhunu teslim etmiş güzel bir genç gördüm. Yüzüne baktım, bana tebessüm etti ve Ey Harraz! Bilmiyor musun ki, âşıklar ölseler bile daima hayattadırlar, onlar sadece bir yurttan diğer bir yurda intikal ederler, dedi».
Sülemi´den işittim: Ebu Bekir Râzi´nin, Harirî´den şunu naklettiğini işitmiş: Bana ulaşan haberlere göre ihtizar halinde bulunan Zunnün´a: Bize nasihat et, denilmiş. O da: «Beni meşgul etmeyin, zira ben onun lütfunun güzellikleri karşısında hayret ve taaccüp içindeyim», demiştir.
Vefat etmek üzere bulunan Ebu Hafs´a: Bize ne öğüt verirsin, diye sorulmuş. O da: «önce konuşmaya takatim yok», demiş. Sonra kendinde biraz güç hissedince, Ebu Osman Hîrî: Bir şey söyle de senden yadigâr olmak üzere nakledeyim, diye teklifte bulunmuş. O da: «İşlenen kusur ve hatalara bütün kalbinizle kırgın ve üzgün olunuz, sözü size nasihatim olsun», demişti.

* ölüm bahsini krş: Lunıa, s. 209; Ta´arruf, s. 177; ihya, IV. 433.
149. Iraki, îhyâ kenarı, IV, 448; Tenzih, II, 375.
150. Tirmizî. cnaiz, 11: Îbn Mâce, ZÜhd, 31.
151. Velilerin bazı ölüm vakalarını önceden haber vermeleri Lokman suresinin 34.

Bunlar da hoşunuza gidebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.