Marifet

45. Marifet

Marifetullah Hakk Taâlâ: «Allah´ı hakkıyle takdir edemediler». (En´am, 6/91)

Peygamberimiz;´ marifet; men edici akıl sahibi olmaktır»buyurunca , Hz. Aişe: Annem babam sana feda olsun ya Resûlallah! Men edici akıl ne demektir? diye sordu Resûlüllah, «Kişinin Allah´a âsi olmasını engelleyen ve Rabbına hırsla itaat etmeyi sağlayan akıldır», buyurdu.

Üstad Kuşeyrî der ki: Ulemâ lisanında marifet ilim mânasına gelir. Onlara göre her ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir. Allah hakkında âlim olan herkes ariftir. Her arif de âlimdir (152). Sûfilere göre marifet şu vasıflara haiz olan kişinin sıfatıdır:

Bu kişi Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hakk ile olan muamelesinde sıdk ve ihlas üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden temizlenerek arı hale gelir. Daha sonra Hakk´ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimî surette kalbi ile itikâf hâlinde bulunur. Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak Allah Taâlâ´dan güzel bir teveccühe nail olur. Allah onun bütün hâllerinde sıdk üzere olmasını sağlar, o kimseden nefsin hevâcis ve havâtırı kesilir, (nefis ona arzu izhar etmez hale gelir), o kimse kendisini Allah´tan başkasına davet eden hiç bir şeye kulak vermez duruma gelir. Böylece kul; halka yabancı, nefsinin âfetlerinden beri ve uzak olur. Allah´tan başkası ile sükûnet ve huzur bulma ve Hakk´tan gayrisini mülâhaza etme durumundan temizlenir. Sırren ve ruhen Allah Taâlâ ile münacatı devam eder, her lâhza Allah´a dönüşü tahakkuk ettirir. İlâhi kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair olan sırları Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın tarifi ve talimi ile alır. işte o zaman böyle kimseye arif denir. Onun bu hâli ise marifet ismini alır (153).

Arif, sûfîliği en iyi yaşıyan ve bilen velidir. Marifet vecd ve ilhamla Allahın sıfatları, “fiilleri, isimleri ve gayb âlemi hakkında elde edilen bilgidir. Marifete sahip olan veliye arif derler.

kendisine bahşedilen fuyuzât nisbetinde konuşmuş ve yaşadığı vaktin içinde bulduğu mânalara işaret etmiştir.

Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Allah hakkında marifet sahibi olmanın emmârelerinden biri Allah´tan gelen bir heybetin kalpte husule gelmesidir. Şu halde marifeti ziyadeleşen kimsenin (celâli tecellileri temaşa ettiği için) heybeti de fazlalaşır, marifet arttıkça Allah korkusu da artar».

Yine Üstad Ebu Ali´den işitmiştim: Diyordu ki: «Marifet kalpte sekînetin husule gelmesini icabettirir. Nitekim ilim de sükûnu icabettirir. Şu halde marifeti ziyadeleşenin sekîneti de artar». (Sekînet, vekâr, heybet; sükûn hareketsizlik demektir).

Ebu Abdurrahman Sülemi´nin Ahmed b. Muhammed b. Zeyd´-den şunu naklettiğini işitmiştim: «Şibli şöyle demiştir: Arif olanın (O´ndan başkası ile) alâkası, âşık olanın şekvası (şikâyeti), kul olanın davası, Allah´tan korkanın kararı ve hiç bir kimsenin Hakk Taâlâ´dan firarı yoktur».

Yine Sülemi´nin Muhammed b. Muhammed b. Abdülvehhab´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Marifetten sorulduğu zaman Şiblî şöyle demiştir: Marifetin evveli (ve menbâı) Allah Taâlâ´dır, ahirinin ise nihayeti yoktur».

Ebu Hafs, «Allah Taâlâ hakkında marifet sahibi olduğumdan beri kalbime ne hak, ne de batıl girmiştir», demiştir.

Üstad Kuşeyrî der ki: Ebu Hafs´ın mutlak olarak söylediği bu sözde bir parça kapalılık vardır. En doğrusu bu sözü şu şekilde yorumlamaktır. Sûfîlere göre Hakk Taâlâ´nın zikrinin kulu istilâ etmesi sebebiyle marifet kulun kendisini kaybetmesini icabettirir. O zaman kul Aziz ve Celil olan Allah´tan başkasını müşahede etmez, O´ndan başkasına rücû´ etmez. Âkil (âlim) bir hâl ile karşılaştığı veya hatırına bir şey geldiği zaman kalbine, düşüncesine ve hafızasına müracaat ettiği gibi, arif de Rabbına müracaat eder, Rabbın-dan başka bir şeyle meşgul olmayan kimse kalbine müracaat etmez. Kalbi olmayan bir kimsenin kalbine mâna nasıl gelebilir? Kalbi ile yaşayan bir kimse ile Aziz ve Celil olan Rabbı ile yaşayan bir kimse arasında fark vardır. (Kalbi ile yaşayan aklının güzel gördüğü şeyle, Rabbı ile yaşayan şeriatın güzel gördüğü şeyle ilgilenir).

Bayezid´e marifetten sorulunca:

şöyle demisti. (Bir kalbi Allah´ın tecellileri istila ve işgal edince insana nüfuzlu olan nefsani duygular itibarını ve tesirlerini kaybeder). Üstad Kuşeyri der ki: Ebu Hafs´ın işaret ettiği mâna da budur.

Bayezid Bistâmi, «Halkın muhtelif hâlleri vardır, arifin ise hâli yoktur. Çünkü arifin resim ve şekli mahvolmuş, hüviyeti başkasının hüviyeti ile yok olmuş ve eserleri başkasının eserlerinde kaybolmuştur». (Arif, beşerî ve fâni varlığını Allah´ta yok etmiştir).

Vâsıtî, «Allah ile istiğna ve Allah´a ihtiyaç ve iftikar hâli mevcut oldukça, bir kulun marifeti sıhhatli olmaz», demiştir.

Üstad Kuşeyrî der ki: Vâsıtî bu sözle şunu kastetmiştir: İstiğna ve iftikar kulun sahv hâlinin ve beşeri resim ve eserlerinin bekâsının emmârelerindendir. İstiğna ve iftikar kulun sıfatlarındandır. (Kul bu durumda tefrika halinde bulunur, muhtaç olan ile muhtaç olunan arasındaki farkı görür). Halbuki arif ma´rûfun (Allah) da mahvolmuştur. Hakk´ın vücudunda istihlâk veya Hakk´ın müşahede ve temaşasında istiğrak hâlinde bulunan arif için istiğna ve iftikar vaziyeti nasıl sahih olabilir? Her ne kadar vücûd (en yüksek vecd) hâline ulaşamamış ise de, arif kendisine ait her nevi his ve şuur hâlinden kaybolmuş ve kendinden geçmiştir. Bunun içindir ki Vâsıti başka bir sözünde, «Allah Taâlâ´ya arif olanlar (mâsivâdan) kesilirler, daha doğrusu, dilsiz hale gelir. Onun huzurunda zelil ve miskin bir vaziyette boynu bükük durumda donakalırlar», demiştir. Resûlüllah (s.a.): «Sana hamdü sena etmekten âcizim», demiştir (154). Hedefleri yüce ve uzak olan zevatın sıfatı budur.

Bu hadden (ve hissini kaybetme mertebesinden) aşağıya inenlere gelince, bunlar marifet konusunda konuşmuşlar ve çok söz söylemişlerdir. (Böylece Hakk´a da halka da hakkını vermişlerdir).

Ahmed b. Asım Antakî, «Kalbinde en fazla Allah korkusu bulunan Allah hakkında en çok marifete sahip olan kimsedir», (Marifet arttıkça korku da artar), demiştir.

Sûfîlerden biri, Bir kimse Allah Taâlâ hakkında marifet sahibi olursa, dünyada kalmaktan usanır ve bütün genişliğine rağmen dünya başına dar gelir, demiştir.

Bir kimse Allah hakkında marifet sahibi olursa, maişeti saf ve temiz olur, hoş bir ömür sürer, her şey ondan korkar,

Bir kimse Allah haKında rağbet etmez. Fasılsız ve vasılsız kalır. (Allah´dan istiğrak hâlinde bulunduğu için muttasıl mı munfasıl mı olduğunu bilmez), denilmiştir.

Marifet, hayayı ve tazimi icabettirir. Nitekim tevhid de rızâyı ve teslimi icabettirir, denilmiştir.

Ruveym, «Marifet arif için bir aynadır, oraya baktığı zaman Mevlâ´sının kendisine tecelli ettiğini görür», demiştir.

Zunnûn Mısrî, «Peygamberlerin ruhları marifet meydanında yarıştılar. Bizim Peygamberimiz (s.a.) in ruhu öbür Peygamberlerin ruhlarını geçerek vuslat gülistanına ulaştı», demiştir.

Zunnûn Mısrî, «Arif ile muaşeret ve muamelede bulunmak, Allah Taâlâ ile muaşeret ve muamelede bulunmaya benzer, senden zuhur eden şeylere tahammül eder, sana hilim ile muamele eder. Çünkü O: Allah´ın ahlâkı ile ahlâklanmıştır», demiştir.

İbn Yazdânyâr´a: Arif Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı ne zaman müşâhede eder? diye sorulunca: «Şâhid (Allah) zuhur edip, şevâhid (idrâk ve şuur hâlleri ve maddi varlıklar) yok olunca ve hisler gidip ihlâs izmihlale uğrayınca», demişti.

Hüseyin b. Mansur Hallaç, «Kul marifet makamına ulaştı mı Allah onun havâtırına ve kalbine vahyeder; sırrını, Hakk´ın hatırından başka bir şeyin gelmesinden muhafaza eder», demiştir.

Hallaç, «Arifin alâmeti dünya ve âhiretle meşgul olmamasıdır»,, (zira o, sadece Hakk ile meşgul olur), der.

Sehl b. Abdullah, «Marifetin gayesi iki şeydir: Dehşet, hayret», demiştir.

Zunnûn Mısrî, «Allah Taâlâ hakkında marifeti en çok olan kimse O´nda en. çok hayret eden kimsedir», demiştir.

Ebu Bekir Râzi´nin, Ebu Amr Antâki´den şunu naklettiğini işittim- «Adamın biri Cüneyd´e: Marifet ehli olan bir kavim iyilik ve takva nevinden olan hareket ve amellerin (bir dereceden sonra) terkine kail oluyorlar, buna ne dersiniz? demiş. O da şöyle cevap vermişti: Bu söz amellerin iskâtından bahseden bir kavmin sözüdür, kanaatıma göre büyük ve korkunç bir lâkırdıdır. Hırsızlık ve zina yapanın hâli bu lâfı söyliyenin halinden daha güzeldir. Çünkü ârif-billah olanlar amelleri Allah Taâlâ´dan almışlar ve o amellerin içinde bulunmak suretiyle Allah´a dönmüşlerdir. Bin yıl ömrüm olsa iyi amellerimden zerre miktarı eksiltmezdim».

Yakub Nehrecorı anlatıyor: Celâl sahibi olan Allah´tan başka bir şey için esef ve hüzün duyar mı? diye sordum ve şu cevabı aldım: O´ndan başkasını görür mü ki, esef etsin! Arif eşyaya hangi gözle bakar? dedim. Fena ve zeval gözü ile», dedi.

Bayezid Bistâmî, «Arif tayyar, zâhid seyyardır», (biri uçarak, diğeri yürüyerek Allah´a gider), demiştir.

Arifin gözü ağlar, kalbi güler denilmiştir.

Cüneyd, «Arif ancak şu şekilde olursa arif olur: Yer gibi olacak, insanların iyisi de kötüsü de onu çiğniyecek; bulut gibi olacak, her şeyi gölgelendirecek; yağmur gibi olacak, sevdiğini de sevmediğini de sulayacak». (Hava gibi olacak, herkes onu teneffüs edecek), demiştir.

Yahya b. Muaz, «Arif dünyadan çıktığı zaman şu iki şeyde gayesine ulaşamamış (ve doymamış) olur: Nefsine ağlamak, izzet ve Celâl sahibi Rabbına hamd ü sena etmek», demiştir.

Bayezid Bistâmî, «Arifler kendi haklarından vazgeçerek ve onun hakkını icra ederek marifete nail olmuşlardır». (Mubah olan nimetlerden feragat ederek Hakk´ın hukukunu edâ ederek irfan sahibi olmuşlardır), demiştir.

Yusuf b. Ali şöyle demiş: «Bir arifin hakkıyle arif olabilmesi için Süleyman (a.s.) a verilen mülk kadar mal mülk bile verilse, bu mülkün göz açıp kapayana kadar onu Allah´tan uzaklaştırmaması ve başka şeyle meşgul etmemesi icabeder.

Yine Sülemî´nin Ebu Hüseyn Fârisî´den şunu naklettiğini duydum: «İbn Atâ, marifetin üç rüknü vardır: Heybet, haya, üns, demiştir».

Zunnûn Mısri´ye: Rabbını ne ile tanıdın? diye sorulmuş. O da, «Rabbımı Rabbım ile tanıdım, Rabbım olmasaydı Rabbımı tanıyamazdım», demişti. (Burada tanımak marifet demektir, Rab hakkındaki marifet yine Rab ile hasıl olur).

Âlime tâbi olunur, arif ile hidâyete erilir, denilmiştir.

Şibli, «Arif O´ndan başkasını mülahaza etmez. O´nun sözünden başkasını telâffuz etmez. Allah Taâlâ´dan başka muhafızı bulunduğunu düşünmez», demiştir.

Arif, Allah´ın zikri ile ünsiyet ettiği için halkla bulunmak onu sıkar, Allah´a fakr ve iftikar halinde olduğu için, Allah onu halktan uzak tutar.

(Marifet, Hakk´ın kalbe gelen tecellileridir).

Arif dediğinin fevkinde, âlim söylediğinin dûnundadır, denilmiştir.

Ebu Süleyman Darânî, «Şüphe yok ki, Allah´Taâlâ başkasına namazda iken feth ve ihsan etmediğini, arife yatakta iken feth ve ihsan eder», demiştir.

Cüneyd, «Arif kendisi sustuğu halde (ruhundan ve) sırrından Hakk´ın konuştuğu kimsedir», demiştir.

Zunnûn, «Her şeyin bir cezası vardır, arifin cezası Allah Taâlâ´-nın zikrinden kesilmesidir», demiştir.

Rüveym, «Ariflerin riyası, müritlerin ibtilâsından efdaldır», demiştir.

Ebu Bekir Verrâk, «Arifin konuşması çok zevklidir, fakat susması daha faydalıdır», demiştir.

Zunnûn, «Zâhidler âhiretin sultanlarıdır, halbuki zâhidler ariflerin fakirleridir». (Ariflerin hâllerini varın kıyas edin), demiştir.

Cüneyd´e, ariften sorulunca: «Suyun rengi kabın rengidir», (yani arif vaktinin hükmü iledir), demiştir.

Bayezid Bistâmî´ye, ariften sorulunca: «Uyurken veya uyanık iken Allah´tan başkasını görmez, Allah´tan başkasına muvafakat etmez, Allah Taâlâ´dan başkasını mülâhaza etmez», demiştir.

Muhammed b. Hüseyn´in Abdullah b. Muhammed Dirmışkî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Şeyhlerden birine: Allah Taâlâ´yı ne ile tanıdın? diye sorulmuştu. O da şöyle demişti: Parıldayan bir ışık ile. Tabii temyiz ve şuur halinden alınan (kendini kaybeden bir şahsın) lisanı ile. Kendinden geçerek helak olan bir şahsın dilinden dökülen lâfızlarla… Bu sözü söyleyen sûfî zuhur eden bir vecde işaret etmiş ve gizli kalan bir sırrı haber vermiştir. Bu zat izhar ettiği şeyle: O, odur (yani zahiri itibariyle diğer insanlar gibi bir insandır). Gizlediği şeyle ondan başkadır, (yani bâtını itibariyle diğer insanlardan farklıdır). Bu sözün sahibi daha sonra şu şiiri okudu: Söz olmadan konuştum, zaten hakiki konuşma da budur, lâfız olarak konuşmak ve konuşmayı açıklamak sana aittir. Ya Rab! Başkaları için gizli kalayım, diye bana zuhur ettin. Halbuki daha evvel (bana) gizli idin. Dilimden bir şimşek parlattın ve beni o şimşekle konuşturdun». (Allah sevgilisi olan kul bâtınını saf, nuranî olduğun için) sen bana gizli kalmıştın. Ya Rab! Kalbimde parlattığın şimşek gibi bir nur ile dilimi ve diğer organlarımı konuşturdun). Ceriri anlatıyor: «Ebu Türâb´a arifin sıfatı sorulunca şöyle demişti: Hiç bir şey arifi kederlendirmez, bulandırmaz, her şey onunla saflaşır, durulur».

Muhammed b. Hüseyn´in, Ebu Osman Mağribî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «İlmin nurları arife ışık tutar, arif bu ışık ile gaybın acâip ve garaip cihetlerini görür».

Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işittim: «Arif tahkik deryasında boğulmuş ve mahvolmuştur (İstiğrak). Nitekim sûfîlerden biri, marifet coşkun dalgalara benzer, bir yükselir, bir alçalır, (Arif bir yükselir, bir alçalır) demiştir».

Yahya b. Muaz´a, arifin sıfatından sorulmuş. O da: «Kâin ve bâindir». (Bedeni ile halkladır, kalbi ile onlardan ayrıdır), demiş. Başka bir seferinde «kâne fe-bâne» (Halk ile idi, fakat ayrıldı) demişti. (Arif, zahirde halk ile, bâtında Hakk iledir).

Zunnûn şöyle demiştir: «Arifin alâmeti üçtür: Sahip olduğu marifet nuru vera´ nurunu söndürmez. Şeriatın zahiri Zahit hükümlerini nakzeden bâtını bir ilme sahip olduğuna itikad etmez. îzzet ve Celâl sahibi Allah´ın çok sayıda nimetlerine nail (ve keramete sahip) olması onu Allah´ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sevk etmez».

Âhiret uşağı olan (zâhidler) yanında marifetin vasıf ve hususiyetlerinden bahseden kişi arif değildir. (Çünkü bu konuda konuşmak zâhidlerin zihnini karıştırır). O halde nasıl olur da dünya uşağı olanların yanında marifetten bahsedilir, denilmiştir.

Zunnûn Mısrî, arifin sıfatını anlatmak için: «Burada idi, şimdi gitti» demişti. Bunun ne demek olduğu Cüneyd´e sorulmuş. O da şöyle demişti: «Arif bir hâl içinde mahsur kalarak diğer hâllerden habersiz olan kişi değildir. O belli bir hâl ile mukayyed değildir. Belli bir makam ve menzilde bulunması, öbür menzillere gidip gelmesine mani değildir. Arif her makam ehli ile bulunur ve o makam ehlinin bulduğu ve yaşadığı şeyleri bulur ve yaşar. Bu nevi makamların emmâre ve alâmetlerinden bahseder. Ta ki o makamda bulunanlar faydalansınlar».

Muhammed b. Hüseyn´nin Abdullah Râzî´den şunu naklettiğini duymuştum.

Arifler şaşkınlık makamlarında konakladıkları ve Allah´ın lutfu ile vuslatın zevkini tattıkları zaman kendilerinden ağlama hâli zail olur.

Dip Notlar :
Marifet bahsini krş: Luma, s. 35, 39; Ta´arruf, s. 63, 66, 132, 136; Keşfu´l-mahcûb, 3. 341, 352, 498; Kûtu´l-kulûb, I, 267.
152. Marifet: Husûsî, tecrûbî, amelî ve tatbikî; İlim: Umumî, küllî, nazarî ve mücerred bilgidir. Kalbin Kısaca kalbin verdiği bilgiye marifet ve irfan, aklın verdiği bilgiye ilim denilir. Marifetin kaynağı sezgi (keşf, ilham), ilmin kaynağı istidlaldir. Marifet tasavvufî, ilim zahirî bilgidir. (Marifet = Gnostisizm).
153. Marifet ve irfan, ilim ve bilgi mânasına gelir. Tasavvuf kelimesinin müradifi olarak da kullanılır. Sûfîler kalp ve keşf ile elde ettikleri bilgilere marifet; akıl ve istidlalle elde ettikleri bilgilere ilim derler, marifet demezler. Naklî ve şer´î bilgilere de ilim derler.
154. Müslim, Salât, 42; Ebu Davud, Vitir, 5; Tirmizî, Daavât, 75; tbn Mâce, Dua, 3.

Bunlar da hoşunuza gidebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.